8 Eylül 2009 Salı

Seçmece Karpuzardan Dilimler

Seçmece Karpuzardan Dilimler

http://www.mevsimsiz.net/Yazilar/Sizden_Gelenler/Oktay_Caparoglu_Secmece_Karpuzardan_Dilimler-7272/


I

Su gibi bulanıklaştı çamurundan
Gökten yüreğine düşen toz bulutlarının
Su gibi durakaldı
Kör karanlık çukurunda ayrılıkların
Su gibi durgun su gibi yorgundu
Ve onu ancak
Gün ışığından beslenen bir sevginin sıcaklığı kurtarabilirdi
Yalnızlığın tozuna belenmiş bir bulanıklığın kuytusundan...



II

hareketin bittiği yerde
durağanlık
ölüm
çürüme
tükeniş başlar.

bazen insanın yüreği su da olsa
berrak, akışkan, güzel...

yaşamın ağır koşulları öyle yerlere sürükler ki
yatağından uzaklaşır
ve kör kuytularda kapalı kalır...

geçmişin izini süreyim derken
geçmişin derinliklerinde esir olur bazen...

bilinç bulanıklaşır, duygular kanar...
ne yapacağını bilememenin çaresizliği sarar insanı...

varılacak yer artık uzaklardadır.
ve her uzaklığı andığında
hareketsizliğin mahkumiyeti ağırlaşır...



III

Gitmeyi de bilmek gerek
Hem de dönüşü olmaksızın
Kalmayı da…


IV

Vur aslanım sen de vur
Bu devran böyle
Bir yürür bir durur

Dur aslanım sen de dur
Korkuların zincirinde karanlıkta dur
Karanlık alsın seni
İşte yaşamak budur…


V

Güne gölge düşüren izlerde aradım
Geçmişin tozlarını yutarcasına seni
Ne senden bir iz bulabildim kuytuluklarında dünün
Ne de arayışların meraklı gözlerinde
Buruk bir umutla ışıldayan sevinci

Güne gölge düşüren izlerde aradım
Geçmişin saklı
Geçmişin karanlık yüzünde seni
Ne senden bir parça vardı
Karanlığın aralanan yırtmacında
Ne de yüreğimden bir yama
Sevgimizi ören kumaşında eski sevinçlerin…

Güne gölge düşüren izlerde aradım
Kalakalmışlığında bir duraksamanın seni
Yitirilmiş olanın boş yeri kalmıştı sıcaklığında
Yıkılmış olanın yıkıntıları

Geçmişi aradım bedenimin her parçasında
Çocuksu saflığımı
Gülüşlerimde beliren ifadesini mutluluğun
Diri ve taze baharlara duyduğum özlemlerde aradım
O içi kuru ve kararmış olan anlamsızlıkta
Debelenen vicdanımın ruhunu
Gölge düşüren izlerde aranmak
Işıksız dünyalarda karanlıklarda
Göz kamaştıran görkeminde zifiri
Dondurucu ayazında zemheri
Kaybtmek kendini
Geçmişte yitirilen bir geleceğe ağlamak hıçkıra hıçkıra
Kendinden giden bir kendiliğindenlikte
Yaşlı gözlerle anmak andıkça acıları besleyen yaşanmışlıkları…


Arıyor gözlerim bir şeyleri

Ama ne bir şeyler var tozlu raflarında geçmişin

Aranıp bulunacak

Ne de biri var bende

Bulduklarıyla avunacak…





VI

bakakaldım ardından gidişinin
yürüdüğü yolların tozu düştü yüreğime
geçmişin sularına açıldı düşler
eskiyen yanımı çarpar gibi yüzüme
biten günün batan güneşiyle
yoksunluğun derin izi düştü kederime

bulanan ırmaklarda yıkandım nicedir
suskun gölün durgunluğunda
ölümlere gömülü karanlıklarda beklerken nefessiz
mezartaşlarına döndüm sensiz nicedir
aşka yazılı şiirlerin gölgesinde
yalnızlığa ağladım nicedir
sessizce şelaleye dönen çağlayanlar misali akan gözyaşlarımla
dip gürültüsü oldu yüreğimdeki sesler
beynimde kanayan bir susuşla
dinledim ezgisini yokluğun
ellerimde kalanla avunmaktan yorulmuş
dal kurusu sıcaklarda
yanan içimdeki susuzlukla kavrulmuş
kirletilmiş sevdaların öfkesinde boğulmuş
ve kendimde kendimce kaybolmuşum…


VII

Bir durgunluk bir kırgınlık bir ürkeklik var içimde
Binlerce kavgadan arta kalan
Binlerce kavganın acısını taşıyan bir eylemsizlik
Ne çelişki ama...



VIII



Yola düşenin düşmeden önce döktürdükleri...

Bu gece düşüyorum yola
Yollara…
Düşmez kalkmaz bir Allah imiş
Düşelim bakalım
Ne getirir hayat bizden
Neyi götürür…
***


ve bir dönüş sonrası...


Bir dönüşü yaşadım bugün
Nice ayrılıkların dönülmezliğinde
Kıyısından yalnızlıkların
Keskin virajları döner gibi değil
Kesin virajların dönüşü olmayan gitmelerinden
inadına inadına gelir gibi
Usul usul
Sessiz
Ve hüzünbaz bir dönüş…




Oktay Çaparoğlu

KAPANAN BİR PERDE DEĞİLDİR ÖLÜM...



http://www.mevsimsiz.net/Yazilar/Sizden_Gelenler/Oktay_Caparoglu_Kapanan_Bir_Perde_Degildir_Olum-8106/




Dargın mıyım?
Kırık dökük ezgiler yankılanmakta kulaklarımda.
Bir son gibi hazin ve derinden gelen sızılarla çoğalmakta kederim.
İlginçtir. Anlamlandıramamaktayım kendimde olanları.
Yürek yangını diyorlar buna ya.
Aşktan ya da sevdadan yana değil…
Ya da geçmişten kalma bir acının iç yakan ateşini harlayan bir şeyler de yok.
Bir ölüm.
Bir çürüyüşün bedenimden parça parça kopan duygularımda kendi ifadesini bulan anlamı.

Küskün müyüm yaşama?
Soluk alışımda içime dolan havanın kasvetinden çıkaramadığım şeyler var.

İsyanlar içindeyim…
Her anımı işgal eden bir ordu misali doluşmuş benliğime asi bir direnç…
Ne yapacağını bilememenin esrarengizliğinde yitmekteyim çoğu zaman.
Bir coşkulu bir durgun bir güçlü bir yıkılmış
Kelimelerde anlamını arayan bir düşün seferidir geçmişimden bugüne hücum eden…
Savaş borazanları eşlik etmekte içimde üreyen çoğalan büyüyen çatışmalara…
Gürültüler yangınlar patlamalar isyanlar zincire vurulmuşlukta çırpınan bir çaresizlikte…

Kırgın mıyım?
Boğazımda düğümlenen bir şeyler var.
Yaşamak ağır bir yük gibi mi geliyor yoksa ben taşımaktan mı sıkıldım?

Mutluluk arayışı…
Öylesine anlamsız geliyor ki gülüyorum geçiyorum.
Ne büyük acılardan ne büyük kederlerden sonra bile gülebiliyorsa insan,
Ve geçip gidiyorsa zamanın azgın sularına kapılıp
Kalıyorsa geçmişimizde bir anı olarak
Ve eninde sonunda dengeleyebiliyorsak bir şeyleri içimizde,
Ölümlere ayrılıklara yıkımlara hasretlere vurgunlara sürgünlere yitirilişlere inat
Bedenimizden kazalarla ayrılan parçalarımıza inat
Sağ olduğumuz müddetçe hissedebiliyorsak yanan bir kibrit sıcaklığı kadar bile olsa yaşamı,

Komik geliyor, beyhude.
Acılarımızla yenilgilerimizle besleniyor kişiliğimiz, acılarımızla olgunlaşıyor
Ve kaçıyoruz her dem acıdan mutluluğa koşuyoruz
Ama anlamını bilemeden niteliğini çözümleyemeden bir mutluluk örüntüsü içinde
Kaybolup gidiyoruz …

Yaşıyoruz yine de…
Öyle de olsa böyle de olsa…
Saltanat da sürsek aç da kalsak,
Borçlu da olsak alacaklı da olsak
Devam ettiği müddetçe yaşam,
Pişmanlıklarımızla doyumsuzluklarımızla bedenimizdeki ve bilincimizdeki izlerimizle
Yaşıyoruz yine de…
Susmadıkça yürek çarpışımız
Ve sürdürdükçe 25 gramlık nefes alıp verişlerimiz
Umutlar her dem taze kalmakta içimizde
Ve yaşamaktayız.

Ne olduğunu anlayabilmek ne olduğunu ifade edebilmek
Ve olanların eşlik ettiği duygularla yaşama sarılmak var
Var da ne var?
Solgunlaşan renklerinde bir sonbahara dönmüş yaprağın
Dökülmeden önceki son sallanışları rüzgarda
Yüreğimi burkan bu olsa gerek.
Düşmek için çırpınmaktayım ölüme inat çırpınan yaşama arzuma rağmen.
Dalımdan düşmek…
Ne olacaksa olsun diyebilmek.

Gelecek diye bir şey var mıydı?
Yarın diye bir şey…
Yaşamı üretmek yaşamı çoğaltmak adına
Onun bize biçtiği anlamla varetmek kendini…
Çoğalmanın anlamını sorgulama cesareti midir yoksa haddini bilmezliği mi?

Kırık dökük içimde her şey,
Acıklı ve hüzünbaz…
Keder yüklü bulutlardan akar gözyaşlarım yüreğimin derinliklerin buharlaşıp karıştıktan sonra
Sonsuz maviliğine gökyüzünün.

Kelebeklerin kanatlarındaki renk cümbüşüne kapılıp gitsem de bazen,
Yağmur sonrası çamurlaşan toprakta taşların ve yaprakların ahenginde kalsa da yüreğim
Yaşama sevdası ağır bassa da
Yaşadım yaşayacağım kadar demekte bir yanım.

Sevgimde bir azalma mı var?
Ateşimde küllenen bir şeyler mi var?
Hayır?
Koşulsuz ve derinden bir sevgi beslemekteyim yaşama.
Koşulsuz ve derinden sevmekteyim her şeyi.
Anlamlı mıdır içimde yanan sevincin kederle ortak yaktığı
Ve zıtlıkların etrafında dans ettiği ateşte harlanan sevdaların gizemli bilinmezliği?
Anlamlı mıdır anlam arayışından vazgeçmiş mutluluk gibi kaygısı olmayan bir yüreğin
Ölüme bu denli istekli bu denli yakın bu denli sevdalı oluşu?

Üzgün müyüm?
Yaşamda anlaşılamamanın ve hak ettiği değeri bulamamanın acısı da yok ki…
Anlaşılmak mı istiyorum?
Sevilmek mi?
Nasıl göründüğümle ilgili kaygılarım mı var?
Nasıl algılandığım ile ilgili?
Hayır yok elbet…
Bir canı kırmaktan, incitmekten, üzmekten ve bir cana haksızlık etmekten başka
Ne kaygım var benim?


Sevgiye yüreğinin tüm derinliklerini açmışlığın,
Öfkeyi kibiri bencilliği yıkmışlığın gölgesinde büyüyen bir yokolma isteği nasıl bir zıtlıktır?
İyiliğin, erdemin, bilgeliğin ve kimi zaman ukalalıkla beslenmiş bir başeğmezlikte
Çelişkilere boğan nedir bilincimi, benliğimi?
İnançlarımdan taviz vermemiş, kişiliğimden geri durmamışken duruşum
Duruşumda beni acıtan, inciten, kimi zaman hıçkırık dolusu ağıtlara mahkûm eden nedir?

Suskunlaşıyorum,
Susuyorum…
Haykırışlar yankılansa da içimde sonsuzluğun sınırsızlığına eşdeğer bir şiddette
Kendi anlamını yitirmiş bir çığlıkta kendini ararken yalnızlığımda
Boğulduğum bir suskunlukla gülümsüyorum ironik bir bakışta.

Susuyorum…
Bulanıklaşan siluetler arasında seçmeye çalışıyorum yansımalarımı yaşamdaki.
Sessiz ve derinden gelen bir deprem,
Ağır ağır yaklaşan şiddetli bir kasırga
Yavaş yavaş yayılan ve tüm bedenimi saran bir yangın
Bir sel bir yanardağ patlaması bir lav fışkırması bir tsunami bir ………….???????

Susuyorum.
Çelişki dolu çatışmalar yaşayan benliğimle baş başa kalıyorum.
Seyre dalıyorum denizi, gökyüzünü, hayvanları, ağaçları…
Yağmur damlalarına takılıyor düşlerim gidiyorum peşi sıra
Bulutlarla bir oluyorum bulutlarla yoldaş,
Soluduğum havanın içinde bir zerre olup doluyorum göğüs kafesime
Damarımda akan kanda buluyorum kendimi, bağırsaklarımdaki dışkıda
Hücrelerimde bir mitokondride, bir dna daki nükleotid de sarmallaşan bir sarhoşluk içinde…
Bir atomda bir quark parçacığında…
En bölünmeyen en küçük en öz olan parçasında yaşamın, maddenin, evrenin…
Ve yıldızlara dönüyor gözlerim, sonsuzluğun görkeminde büyüleniyor bilincim
Algılarımın sınırlanmışlığında lanet ediyorum bedenime
Esareti yaşıyorum kafatasımın içinde kalmış beynimle…
Susuyorum
Hormonların bileşiminden ibaret hormonlarla düşünen hormonlarla seven hormonlarla şekillenen duygulanımlardan mı ibarettir insan?
Yoksa bütün, kendisini oluşturan tüm parçaların toplamından daha fazla mı bir anlama niteliğe sahiptir?
Bütün özdeş midir ayrık mıdır parçalardan?
Sorularla çoğalıyor sorularla dağılıyorum beynimde…
Susuyorum…

Gözlerim arıyor derinlerde bir şeyleri,
Derinlere tutsak olmuş
Yaşıyorum
Susuyorum
Ve suskunluğumda büyüyor
Ölüme duyduğum o yakıcı aşk o yakıcı özlemim…

Oktay Çaparoğlu
15.11.2007

bir yürek yitirdim

bir yürek yitirdim


bir yürek yitirdim son kavgamda
bir sevda tükettim
günlerin gecelere döndüğü zamanlar yaşadım
ve güneş çarpmaktaydı inatla yüzüme bir yalımın okşaması gibi
yaşanılanların gömdüğü karanlıklarda

bir yürek yitirdim son kavgamda
yitirdiğim sevdamla tükettim son soluğumu
ayakta duran bir bedenim belki halen
ama ayakları koparılmış kolları kesilmiş bir bilinç

sustum
sakin akıntılara verdim kendimi
içimde kaynarken düşünceler
susmayı da öğretti acımasızlığı zamanın...

ve bir kavga bıraktım arkamda
ve bir yürek bıraktım ardımda kalan son kavgamda
ve bir sevda

umutlarla büyürdü filizi sevginin
sevinçlerle çoğalırdı

ne bir umut kaldı büyütülecek bir sevgiye benden
ne de bir sevinç çoğaltacak olan aşkı...

oktay çaparoğlu...

16.20

03.08.2007

NEDENSİZ BİR SESSİZLİKTE BULMAK KENDİNİ...

NEDENSİZ BİR SESSİZLİKTE BULMAK KENDİNİ...

bazen suskunluk iyidir. sessizlik içerisinde birşeyleri anımsamak ve aynı sessizlikte kendini tartmak.

yalnızlık da iyidir bazen.

doğarken yalnız idik.

ölürken de yalnız olacağız.

hayatın iki gerçekliği vardır.

hayatın kendisi ve ölüm...

yalnızlıktan kaçma isteğimiz, ölümden kaçma, öleceğimizi unutma isteğimizin bir yansımasıdır.

sessizlikler ortasında yalnız kalmak,

ölümün gölgesinde serinlemek gibidir.

hayata küserek gölgesinde serinlediğimiz ölüm düşüncesi,

ve anlamını kavramaya çalıştığımız varoluşun derin girdabında kayboluşlarımız...

ayaklarımızın altında bir zemin ararız.

sımsıkı tutunacak dallar...

ana kucağı gibi,

sevgilinin omzu gibi...

bizi bizden alıp başka yerlere götürecek, anlamsızlık duygumuzu bastırarak kendimizi değerli hissetmemizi sağlayacak sığınaklarda bulmak isteriz bedenimizi.

Ama ruhumuz hep ayrık durur bedenimizden...

Bir yerlerde geçmişin izlerinden sıyrılamayışımızın acısı çalkalanır durur.

Suskun yüreğimiz daha bir ağır çarpar.

Heyecanını yitirir.

Duygular karmakarışık olur.

Ve sonsuzlukta yitip giden bir çığlık oluverir haykırışımız...

Bağırmak, haykırmak ve çığlık olmak mı daha kolay?

Yoksa kabullenip yalnızlığı gömülüp sessizliğe kendini ölüme kaptırmak mı?

Ne diyordu Ahmet Altan...

Nilüfer çiçekleriyiz aslında...

Ne kök salabilmişiz olduğumuz yere,

Ne de göçüp gidebilmeyi göze almışız özgürce...

Kirlenen havuzun sularında kendi pisliğimize bulaşmışız.

Kimse alıp ellerine koklamamış bizi,

Kimse vazosunda manzarasından bir parça yapmamış,

ihtiyacımız olduğunu düşünmemiş ki...

Hem özgür hem yalnız hem de kirli...

hem çığırtkan hem sessiz...



oktay çaparoğlu

YİTEN BİR AŞKA SERENAD...

YİTEN BİR AŞKA SERENAD...


****
20.03.2009 - 27.07.2009
****



işte gitti,

ardından bakamadım, gitti...

yüzünü göstermeden, sesini duyamadan,

geçmişten bir tutam anı bile bırakmadan,

gitti....

**************************
*************

ayrık otları sarmış umut tarlalarımızı,
bir sürmek gerekir yeniden
kanata kanata parçalayarak
kurumuş toprağın bağrını...

**************************
*****

zamansızca çekip gittiğinde kuşlar
terkedilmiş bir virana dönecek demektir şehir
ağaçlardan dökülen her yaprak
bir ölümcül yalnızlığa teslimiyettir...

**************************
********

'peki' dedi gözlerini kaçırarak
bir anlaşılmazlıkta sessizliğe gömülerek
nedensiz bir ayrılık rüzgarında
son umutları savurarak...

**************************
******

nedeni bilinmez bir çelişkidir
en sevdiğin, en can yakanın oluverir birden
mutluluğa akan sevinç nehirleri
ayrılığa kanayan yangın yeridir artık....

işte bundandır
en acıda en hüzünde en kederde
en sevdiklerimizin gidişinde
içimizde büyüyen boşluk....

**************************
*********

unutmanın ihanetini yaşamamak adına
yürekte taze tutmak mıdır aşkı doğru olan
yoksa biteni çürümesin diye
geçmişin gölgesinde bırakmak mı?

**************************
********

gün dönecektir deriz her karardığında gökyüzü
dolaşıp etrafından dünyanın,
aslında dönenin gün olmadığını bile bile,
döneceğine inanmaya devam ederiz yine de umutla
geçmişin gölgesinde yitenin...

**************************
*************

ısrarcı bir anlamsızlık yeşermekte şimdi
suskun bir mevsime dönmüş yürekte
bahar bahar tüten rüzgar kokulu
güneşli güzel öğlen vakitlerinin yerinde....

**************************
**************

olmadık anda olmadık zamanda
bir derin iç çekişe kapılıp en derinlere gider
kalırım...
ve susarım yürek yalnızlığıma gömülerek....

**************************
**************

bir an bile geçmiyor düşünmeksizin
bir an bile geçmiyor hissetmeksizin
bir an bile geçmiyor sessizlikte,
karanlıklar büyütüyor ayrılık...

**************************
**************

köklü bir kopuşu yaşamak...
devrilmesi aşkın toprağa kavuşarak ölümle...
bu ayrılık o ayrılık değil...
kanatıyor çokça...

**************************
**************

sıcaklığını duyumsar iken anılarda her an,
ayrılıkla üşür beden, acı verir geçen zaman,
bitmiş olan sevda kopmak için zorlasa da seni
kopamazsın ne zor gelir, ayrılır mı et tırnaktan...

**************************
**************

mesafelerde büyüyen ayrılık,
sevgi bağıyla güçlenen bir ayrılıktır...
ama yüreklerde ise mesafeler,
o zaman kurumuş bir daldır kökünden sökülmüş bir ağaç,
içimizde büyüyen
ve sevdiğimizin soluk alışıyla güçlenen aşk....

**************************
**************

suskunlaştıkça yüreğimden taşar nehirler
ve gözyaşı olup akarlar,
karışarak bilinmez bir döngüye...

**************************
**************

zamanın acımasızlığında öğüttük düşlerimizi.
geriye bir avuç kül ve keder kaldı.
savrulan düşlerle,
bir acı hüzün kaldı.

**************************
**************

zor zamanlarda sevdim seni
yüreğimin haznesinde kırıklıkları vardı
hayat denen meçhul yolculukta
bir ekmeği bölüşüp paylaştığım
o ham yürekli yolculardan kalma...

bir yaz oldun bir kış,
üşüyen ellerini tuttuğumda bir balkondan seyredalmışken gökyüzünü gece,
bir umut oldun bir umutsuzluk,
çaresizliğin girdaplarına düşmüş bir karanlıkta aşkı tutuştururken


bir sonbaharda sevdim seni,
güz yaprakları birer birer serinliğe aldanıp rüzgarlarda kuşlar gibi uçacağına inanıp
toprağa düşerken....


**************************
**************

zamansız düştü ayrılık üstüme
bir yangın yıkıntısının külleri gibi
sevdam şimdi ateş altında
severken ateşinden yanan kerem gibi...


**************************
**************

aşk bittiğinde kirlenmemişse
yarına bir umut kalır hüzün dolu gülüşlerden...

**************************
**************


işte bu suskunluklardır dipteki akınntılarla bizi içine çekip,
belirsiz acıları hissettirmeden yaşatan....

acı çekmek...

varolduğumuzu hissetmek için artık acı çekmeye,

ve acı çektiğimizi hissetmek için susymaya ihtiyacımız var...


**************************
**************

bir gece bir gündüz oldun
yüreğim sen sensizlik yangınım oldu
bir dünüm bir yarınım oldun
koptuğunda kurudu dallar gri bir toz gibi savruldum...

**************************
**************

giderken susar yürekler
sözcüklere sığmaz anlamı ayrılığın.
son bir bakış sonsuz bir anlatımdır
ve duyumsadıkların gözgöze geldiğinde
ölümü anımsatır...

**************************
**************

boş ve kuru bir nesne gibi
kanı boşalmış bir ölü damar gibi
çarpıntısı durmuş sağır bir yürek gibi
ayrılıklarda intiharlar kuşanır dururum...

**************************
**************

adını andılar
yüreğimde bir karanlık sis beliriverdi ardından
nedenini sordular
suskunluğuma boğuldum acı bir kıvranışı yaşayarak...

**************************
**************

gidenin ardından bakar gözlerim
soluk bir izi takip eder gibi karanlıkta
sessizce dolar sessizce boşalır gözlerim...

**************************
**************


ara ara kanamakta yarası ayrılığın
ve özlem kabarmakta yüreğimde,
umutsuz bekleyişlerin inadına sarmaktayım bir cigara
ve tütün kokusuna vurmakta kendini sevda.

ayrılıklarla çoğaldım ayrılıklarla bin parça.
karanlıklar içindeyim aydınlık benim içimde
bir tutsak gülüş boğulmuş
düşlerde kalmış geçmişin sakin sularında....

ayrılık...

bir haykırsam yitirip arayışlarla çoğalttığım umudumu
kimbilir kaç zaman geçer üzerinden
susturana kadar yüreğimi...


**************************
**************

hasret kokar tütünü cigaramın
bir de dalıp dalıp gitmelerim o uzaklara
bilinmeyen soruların olmayan yanıtlarına takılır aklım.
sevda türküleri ayrılığa yakılmış ağıtlara dönüverir birden
ve kıprar durur acıların orta yerindeki sessizliğime ortak sular
-taşar gözbebeklerimden...

bir ayrılık acısı bir de ölüm...

nedir bu zulüm nedir gülüm?

**************************
**************


ilk şiiri birinin... ve ilk yüreğinden gelen dizeleri yiten bir aşkın ardından söylenecek sözlerin yankısındaki acıyla haykırılan...

TUHAF

Yoksun…
Ama ben buradayım…
Hiç bu kadar burada olmamıştım hatta…
Nefes alamadıkça
Yaşamanın ne demek olduğunu anlıyorum…


Halbuki benim kararımdı ayrılık…
Mutlu olamasam da henüz,
Huzurlu olmam,
Gözlerimi geleceğe dikmiş olmam gerekirdi..
Geçmişimize değil…
Ve korkmamalıydım sonrasından…

Olmam gerektiği gibi değilim ne garip..
Engelleyemiyorum..
Durmadan firar ediyor yaşlar gözlerimden
Ve uzun süredir bulanık görüyorum

Hiç dinlememem gereken şarkılar bunlar…
Seni hatırlatan şarkılar…
Dinliyorum üzeceğini bile bile beni…
Unutmak istemiyorum seni demek ki…


Hayır, olmam gerektiği gibi değilim…


Hiç kimseyi bu kadar özlemedim…

22.02.2009
21:22

***

ikinci şiiri birinin... ve bir kez daha yüreğinden gelen dizeleri yiten bir aşkın ardından söylenecek sözlerin yankısındaki acıyla haykırılan...


ŞİİR DEĞİL

Ruhum ağrıyor ..
Her gece kendime karşı koymaktan yoruldum artık…
Gözümde yaşlarla, ele geçirebildiğim birkaç fotoğrafına bakarak,
Kendimi avutmaya çalışmaktan,…
Bu kadar zayıfken ‘ güçlüyüm aslında’ diye kendimi kandırmaktan
Yoruldum…

Ellerini tutarak,ya da başım omzunda_ymış gibi,
Seni yanımda hissederek uyuyabiliyor olsam da her gece..

Savaş galibi edasıyla uyanıyorum her sabah ..

‘dayandım,yine aramadım’ diyorum…
Büyük başarı..

Ama sadece gündüzleri avutuyor beni zafer sevinci..


ve …
yine
gece…

24.02.09


***



**************************
**************

kalp ağrısı geçip gider mi zamanla
kaçışlarla geçen bir ömür karışırken tozla dumana
dönüp dönüp geçmişe bakan gözlerle
birgün durulur mu gönül gelip imana?


**************************
**************

bir gün daha düşündüm
bugün yine
ayrılıklarla parçalanmış birparçamda
geçmişin aksi yansırken yüzüme...

ve yine bir parça mutluluk
bir tutam sevinç çıkageldi kapıma
eskiden kalan bir tebessümün
yüzüme asılan resminde...

yitip gidenin ardndan
yakılan bir ağtta buldu kendini yaşam yeniden.
ve çalmaya başladı sûr...

**************************
**************


OKTAY ÇAPAROĞLU


İnsanlar Yanıltıcıdır...ya da AÇGÖZLÜLÜĞE İSYAN...




yaşamda ağırbaşlılığın naifliğin inceliğin hümanizmanın insan sevgisinin ve yürekten paylaşımın karşılığında açgözlülük ve bencillik dürtüleriyle hareket edenler, içlerinde insana dair herşeyi tüketmiş bir canavara dönüşürken, tamahkarlığın ve ikiyüzlü bencilliğin esaretinde bir zavallıya dönüştüklerini bile farkedemeyecek kadar küçülebiliyorlarmış demek.

yaşamını inandığı değerler üzerine kuran ben, yaşamında paradan ve tüketebileceklerinden ötesine değer vermeyen, içi koflaşmış kokuşmuş çürümüş yaratıkların sofrasında tüm benliğim bilincim ve yüreğimle direndim kendim kalmak için. sanmasınlar gücüm yetmez zavallıların haddini bilmezliklerine, sanmasınlar cesaretim yok emeğimi ve hakkımı savunmaya.

evet. zorluyorlar
savaşmaya
sataşmaya
yıkmaya
acıtmaya...
ama bir yandan da etik değerler mani oluyor insana.

http://www.youtube.com/watch?v=fCrxuboGJs8

etme... etme diyor mevlana...

yüreğim kanıyor ihanetini gördükçe insanların küçük çıkarlar için ayak altına aldıkları insani değerlere. ve sonra da yokluğundan muzdarip olup ağlamaları yok mu sahte gözyaşlarıyla.

ölmekte olan bir insanın ömrünün geri kalanını nerede geçireceğine dair bir çelişkisi yoktur artık ve her yer aynıdır onun için....

ve bir candan fazlası yoktur bir bedel olarak ödemek için.

canından geçen bir insan idim inançlarım ideallerim ve değerlerim için.

en ağır şekilde ödedim, gençliğimi, yüreğimi, bilincimi, sesimi, zamanımı ve acılara göğüs gererek sabrımı verdim kavgama.


iş, bireysel yaşamımdaki hak gasplarına gelince son hadde kadar bekledim ve duruşumdan taviz vermedim yitirme pahasına somut kazanımları. değerlerim nep en önde geldi ve sevgililerim bile belki de en çok bu yüzden terketti gitti beni.

bu bir manifesto mudur bilmiyorum. yaşamımda birşeylerin çatlamaya başladığını hissediyorum.

saldırgan olmayan ben, depremler yaşıyorum. artık içim kaldırmıyor katlanamıyorum. çıldırtıyor beni bu kendini bilmez değerlerden yoksun tek taraflı düşünen açgözlülükleri insanların.


beynimi kemiren bir tümör ve yüreğimi yiyip bitiren bir acıdir yaşadığım.

bu dünya bana ne kadar da ters ya da ben mi çok megalomanım?

değişmesini istediğim şey, dünyada kurulmuş zalimlerin saltanatı mı yoksa gezegenin kendi doğal işleyişi mi anlayamaz oldum artık...

insanlar yanıltmaya devam etmiyor aslında.

herkes kendi rolünü oynuyor.

bilgeliğin ve erdemin ateşten gömleğini giymek yerine,
ucuzluk pazarında haraç-mezat satarak insanlığını,
üç günlük dünyada
asla doymayacak olan
gözünü doyuruyor.

ne aşkı biliyor
ne dostluğu,
ne arkadaşlığı becerebiliyor
ne de paylaşmayı.

sevmeyi hiç bilmiyor.
güvenmeyi, güven vermeyi,
sadakati, dayanışmayı,
birlikte el ele yürek yüreğe olmayı,
bilmiyor teselli etmeyi
acıları paylaşmayı...
güç vermeyi, mazluma destek olmayı

ekmeği suyu gülüşleri ve sevinçleri paylaşmayı bilmiyor
mutluluğu da hüznü de sahte.
yüzündeki her ifade pazarlıkçı.
ve her yumuşaklığı her iyiliği altında onu buna zorlayan bir çıkar güdüsü var.

çünkü unutmuş insan olduğunu.

o bir yanılgılar ve yalanlar topluluğu...

özünde bir kimlik, kişilik, benlik yok...

ve ben...

ölmekte olan bir ben...

tükenmişlikler karşısında inatla ve ısrarla durmaya çalışan ben...

neresindeyim bu gerçekliklerin?

yanıtsız sorular var beynimde

ve yüreğim kanamaya devam etmekte...


Oktay Çaparoğlu

ATEŞİ SEVEN KÜL OLMAYA RAZIDIR...





Bir yangın yeridir düşler.
Gerçek olma arzusu taşıyan her düş, bir yangın yerine çevirir ruhunu insanın.
Ateşi fitilleyen duyguların hezeyanına kapılıp giderken telaşlı,
Bedenini titreten bir ürperti halini alır hissettiklerin.
Düşünceler ve kaygılı bekleyişler ortasında
Ateşe atılmanın panik durumunu da yaşarsın içten içe.

Sevdin onu.
Yürek burkuntularını anımsasan da sevdin onu.
Geçmişten miras kalmış korkular ve tereddütler her daim eşlikçin olsa da
Yine de güç buldun
Sevecek gücü.

Ve yine riskler alıyorsun
yine kanayacak diye korkuyorsun yüreğin
ve karşılıksız ve boşta kalacak diye ellerin.

Sevdin onu.
Bir daha olmayacak olanı oldurmak da insan doğasının bir anlaşılmazlığı işte.


zamansız yitirdik aşkı. ya çok erken geldi bilemezken değerini yada biz geç kaldık. ve yalnızlığın orta yerinde pişmanlıklarımızla kalakaldık... aşkın ötesinde bir tutku idi arayış içinde olduğumuz heyecanı yitik bir düş gibi söndü ellerimizde istediğimiz yok veremedik istenileni. ve tutku ateşinde kavrulurken kendimizi yeniden bulma şansını yakaladık. şimdi kayıp bir zamandayız sessiz ve dingin. yüreğimiz aç sevdaya ve bedenimiz aç tenin sıcaklığına...


Bir annenin dokunuşundakı sıcaklıkta öğrenmedik mi sevgiyi

ve sevgilinin dokunuşunda bulmadı mı anlamını AŞK, uzun bekleyişlerin ardından vuslata eren güzelliğiyle?

sevmek dokunmaktır...

sımsıcak bir dokunuş...

ve ateşi seven,

işte tam da bu nedenden ötürü,

kül olmaya razıdır...

OKTAY ÇAPAROĞLU

22,08,2009

Mutlu musun?

Mutlu musun?


AĞLAMAKTAN İÇİNDEKİ NEHİRLER KURUDU

SEVDAN BİR ÇÖL ORTASINDA YANIP YANIP KAVRULDU

YÜREK YALNIZLIĞINDI SESSİZLİĞİNDE BOĞULAN

VE DÜŞLERİNE GİREN IŞIĞI ARADI GÖZLERİN

HER SABAH GÜN DOĞUŞUNDA



YALNIZDIN VE DE MUTSUZ

YORGUN DÜŞMÜŞ GÖZLERLE BAKIYORDUN

ŞİMDİ ARTIK UZAKLARDA OLAN SEVİNÇLERE...


ACI BİR TEBESSÜM SARMAYIYORDU YÜZÜNÜ

ONU HER DÜŞÜNDÜĞÜNDE...

DÜŞLE GERÇEK KARIŞMIŞTI

VE BİLİNMEZ BİR DUYGUYDU

TANIMLAYAMADAN YAŞAMAYA ZORLAYIP ESİR ETTİĞİN KENDİNİ.


AŞK BİTMEDİ HAYIR,

KORKULARINA VE KAYGILARINA YENİLDİ...

GÜN HENÜZ BATMADAN

YÜREĞİNİ SARDI KARANLIK...



GÖZYAŞLARIN MUTSUZLUĞU BESLERKEN YUDUM YUDUM,

İÇİN BOMBOŞ KUPKURU BİR SAHRAYA EVRİLDİ.

ŞİMDİ YALNIZLIĞINDA BOĞAZINA DÜĞÜMLENİRKEN YAŞANMAMIŞLIKLARA TESLİM ETTİKLERİN

ZAMAN AĞIR AĞIR KAYMAKTA ELLERİNDEN...

HER GEÇEN GÜN IZDIRABIN BÜYÜYÜP DURURKEN,

DUYGULARINA AÇTIĞIN SAVAŞ

MANTIĞININ SIĞINAKLARINA KAÇIP SIĞINIŞIN

NE GARİP DEĞİL Mİ?



GÖNLÜN MANTIĞINI

MANTIĞIN GÖNLÜNÜ DİNLEMEDİ

KENDİNCE KURDUĞUN PAZARLIKÇI DENKLEMLERE

VE MANTIĞINA ALDANDIN.



GELECEK VE GEÇMİŞ YOK...

YÜRÜDÜĞÜN YOLDA ADIMLAYAN SENSİN AMA

RUHUN NEREDE?


Mutlu musun?




Oktay Çaparoğlu

29.07.2009

ALIŞTIM ARTIK YALNIZLIĞA...

ALIŞTIM ARTIK YALNIZLIĞA...


http://www.facebook.com/OktayCaparoglu?ref=profile#/video/video.php?v=35670093954&oid=43274800492&ref=mf



alıştım yalnızlığa...

binlerce yılın yalnızlığı benimkisi...

bir arayış içinde değilim artık çoğul bir sevda için......

gözlerim ve ümitlerim karanlık birdüşe teslim...

alıştım artık yalnızlığa.

bir yatakta sevgilinin gülen gözleriyle ateşlenip

dudaklara konan öpücüklerin

aydınlanmış bir ruhun derinliklerine kattığı heyecanı

çoktan unuttum...

erkekliğim ve kendimle başbaşayım artık...

solgun bir yüzün solmaya yüz tutmuş hüzün dolu tebessümleri

ve kedere yenik güleç bakışları

ağır ve zorlu bir yük gibi taşıyan ben,

alıştım artık yalnızlığa...

alıştım susuzluğa ve ölüm gelip alasıya kadar beni

bilinmezliğinin o ürkünç koyu karanlığına

yalnızım dostum...

kendi tekil dünyamda....

ve

alıştım artık yalnızlığa...

Oktay Çaparoğlu...

31.07.2009

BİTEN ÖMRE YALNIZLIKTA BİR SERENAD...



BİTEN ÖMRE YALNIZLIKTA BİR SERENAD...


Bir damla gözyaşını dökerken gelmeyenler için gitmeyi bilmez bir ısrarcılıkta sabitleriz kendimizi. Beklediklerimizden ötede bir şeyler var uzağımızda kalan, uzağında durduğumuz avunduğumuz ve kendimizi inandırdığımız varlığına. Her zaman daha güzel daha iyi daha tatminkar olacak sanırız yaşam ve ilişkiler, göremeyiz ki sonsuzluklar arasında sınırlar arasında kalmışızdır ve her an karmaşık duygular içinde bir ezilmişliğin acısını taşırız içimizde. Olgunlaşamayız yaşayıp gideriz anılar çürüyüp eskir birer birer ama biz kalırız ilk günkü halimizde. Yaşamın sonsuz devingenliği ve yaşanılası sonsuz güzellikler ve çirkinlikler arasında kimi zaman seçerek kimi zaman rüzgarın esintisine karışarak savrularak çizeriz kaderimizi ve yazgımızı. Tanrısal bir duyuş olur bazen derin iç çekişlerimizin boğazımızda düğümlenen sancısı. Pişmanlıklar yaşarız, eksiklik duygusu ağır basar bazen ve bir sızı alıp başını gider bedenimizi sarar yüreğimizde iz bırakır en derin uçurumlardan haykırırcasına yankılanır çığlığı anlam arayışımızın. Eksiklikleri duyumsarız yalnız kalışlarımızda bir şeyler solgunlaşmıştır içimizde renkler aynılaşmıştır. Her tükettiğimizde yeni bir aşkı yeni bir dostluğu yeniden inciniriz yeniden sızılar sarar dört yanımızı. Yönümüzü döneriz ileriye bir yanımızı bir parçamızı bırakarak dünde. Yollar devam eder bölüne parçalana ayrıla döne dolana. Yıllar geçer saçlarımızda beyazlar ararız gözlerimizin çeperinde kırışıklıklar. Korkularımız, kaygılarımız, beklentilerimiz özlemlerimiz ve pişmanlıklarımızla yaşar gideriz öte tarafına dünün taşarız yarına bugünden sonraya. Dalıp giden gözlerimizde boşluklara bakarken gökyüzündeki maviliklerin üzerinde küme küme beyazlıklar gibi zeminsiz gezintilere çıkarız. Geçer zaman geçer sancılar unutulur pişmanlıklar ve acılar. Ve yollar devam eder bir bilinmeze doğru. Yaklaştıkça sonumuza duyarsızlaşır sıradanlaşır ve kayıtsızlaşır kalırız ölüm, ayrılık ve acılar karşısında. Gördüklerimizle yaşadıklarımızla biriktirerek gideriz yolumuzda paramparça olmuş kişiliğimiz ve silikleşmiş kimliğimizle. Çünkü her unutuş her kaçış her vazgeçiş her uzaklaşma kimliğimizden benliğimizden bir parça koparıp kurban eder zamana. Sözcükler dökülür belli belirsiz savrulur düşlerimiz ve bir ölüm sessizliğine gömülür gideriz. Geriye bir avuç kül ve keder kalır yaşanmışlıklardan elimizde. Günler geceler boyu sürer kovalamacası ve telaşı gündelik yaşamın. Kalırız aslında başladığımız noktada ve biter bir ömür kendi yalnızlığında.

Biter gün…
Biter gece…
Sessizlik ve ölüm…
Koyu ve kapkara bir zifiri…
Bir bilinmezlik…
Varoluştan geriye döner yokolur gideriz uzaklarda.
Susar can susar beden ve sarılır beyazlara sarılır tabutlara ömrümüz…

Oktay Çaparoğlu
15.06.2009
Hatay -İskenderun

KADIN SORUNU ÜZERİNE ÖZELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM…




Bu coğrafyanın mayasında vardır ikiyüzlülük...

çoğu zaman düşüncelerimize inançlarımıza uygun tutarlı bir duruş gösteremiyoruz biz erkekler yaşamımızda. Bu durum kadınlar için de geçerli ama toplumsal-siyasal-ekonomik erk günümüz dünyasında erkek egemen bir yapının boyunduruğu altında ve tüm kuralları erkeksi bir algılayışla koymaktayız. kimi zaman pozitif ayrımcılık adına kadınlardan yana düzenlemeler olsa da işin özü tamamen bir kandırmacaya kurban etmekteyiz eşitlik olgusunu.


Centilmenlik diyoruz mesela günlük yaşamda. maçoluğun ikiyüzlü versiyonu.
Kendimize hak gördüklerimizi kadınlara hak göremiyoruz ve birçok bahaneye sığınıyoruz. ev yaşamında kadınlara sürekli olarak biçilen misyonla alışkanlıklarımızı sürdürüyoruz. kadınları aşağılamaya devam ediyoruz çoğu kez farkında olmasak da. kadın işi, eksik etek, elinin hamuruyla erkek işine karışma tarzı anlayışlar kafamızda güçlü bir etki ve nüfuza sahip.

En eşitlikçimiz bile kadınlara karşı aşırı korumacı yaklaşmaktan geri durmuyor ve özgürlük alanını sürekli bir biçimde ayak oyunlarıyla sınırlıyoruz.

En sağlam bahanemiz ise 'VALLA SANA GÜVENİM TAM AMA ÇEVREYE GÜVENMİYORUM' oluyor.

Bizden daha prestijli bir işte çalışan kadınlarla evlenmekten itina ile kaçınıyoruz. Kadınlarımızın bizim önümüzde bizden ileride olmasına asla ve kat'a izin vermiyoruz bunu ERKEKLİK GURURU adına sorun haline getiriyoruz.

Kadınlarımızın, politik alanın dışında kalmasının nedeni de biz erkekleriz. Aynı hegemonyacı mantık ile kadınların iyi bir bilinç düzeyi yakalamasını ve örgütsel yaşamda kendini ifade edecek konuma gelmesini engelliyoruz.

Kadınlarımızla çamaşır bulaşık gibi ev işleri yaparken, zor ve zahmetli kısımları onlara bırakıyoruz. Öğrenmeye çalışmıyoruz.

İş bölümü adına kadınları aşağılamaya devam ediyoruz.

Ezberlerimizi, anne-babamızdan getirdiğimiz alışkanlıklarımızı bozamıyoruz.

Sevgimizi ifade ederken bile çekinceler yaşıyoruz.

Sadece suç işlediğimizde gönül almak adına sevgi sözcükleri ve hediyelerle onların bu yumuşak karnını kendi zafiyetlerimizi örtmek için kullanıyoruz.

Adil davranmıyoruz. Kadınların kendilerine özgü bir dünyası olduğu gerçeğini sürekli göz ardı ediyor olayları süreçleri erkeğin bakış açısıyla görmesini bekliyoruz. Olmadığında zekâsını sorgulamaya açıyoruz ve aşağılıyoruz.

En ilericimiz sosyalistimiz bile, kimi durumlarda kadınlara karşı yaklaşımında onur kırıcı olabiliyor.

Nasıl ki Sünnilerin Alevilere karşı içlerinde besledikleri olumsuz duygular varsa ve haksız-kaynaksız-temelsiz düşünceler varsa, erkekler de kadınlar hakkında genellemeler yapmaktan geri durmuyor.

Cinsel anlamda bile çoğu kez kendimizden ötesini düşünmüyoruz ve kadının cinsellikten haz almasını ayıp aşağılık olarak değerlendiriyoruz. Onu sadık, edepli, bağlı, ağırbaşlı olma konusunda baskı altına alırken biz aynı hassasiyeti göstermiyoruz.

Kadınlarla konuşurken dilimiz değişiyor, kibarlaşıyor ama bir çelişki veya çatışma ortamı doğduğunda ERİL KÜFÜRLER ile kadın cinselliğini aşağılıyoruz.

Kadın bedeni, çoğumuz için çoğu kez bir cinsel metadan öte birşey ifade etmiyor. Çekici bulduğumuz bir kadının fiziğiyle ilgilenirken, bizimle paylaştıklarını can-ı gönülden dinliyor numarasına yatıyor ama aklımızdan farklı düşünceler geçiriyoruz. İkiyüzlü davranıyoruz.

Kendimize aldatma hakkını görerek, en büyük haksızlığı yapıyoruz.

Anlayışlı, hoşgörülü, uzlaşmaya dönük bir tavır yerine çoğu kez, baskı ve zor kimi zaman da şiddet uygulayarak kadınlarımızı bastırıyor baskılıyoruz.

Kız çocuklarımızla erkek çocuklarımız arasında en eşitlikçimiz bir ANNELER DE DÂHİL OLMAK ÜZERE bir ayrım yapıyoruz.

Erkek çocuğumuz kız arkadaşını eve getirebilirken, kız çocuğumuza kesinlikle böyle birşeyi yasaklıyor FAHİŞE damgasını yapıştırıyoruz.

İkiyüzlü bir ahlak anlayışıyla davranıyor, kadınlara karşı affetmeyen bağışlamayan bir tutum gösteriyoruz. Oğlumuz bir kadınla yattığında MİLLİ oluyor, AFERİN ler alıyor, ama kızımız aynı durumda olduğunda NAMUS BEKÇİLİĞİNE soyunuyoruz.

Kendi anamıza bacımıza sevgilimize laf ettirmezken, başkalarının namusuna göz dikiyor laf atıyor haklarında cinsel içerikli aşağılık ve düzeysiz sohbetler ediyoruz ama kadınlarla bir araya geldiğimizde de İNSANİ DEĞERLERDEN, EŞİTLİKTEN söz ediyoruz.

Cinsel istismara uğrayan kadınlarımızı, yaşlılarla evlenmeye zorluyoruz. Toplumsal baskı altına alıyoruz. İş yerlerinde fabrikalarda kadınları cinsel anlamda taviz vermeye zorluyoruz taciz ediyoruz.

Toplantılarda, etkinliklerde, şenliklerde, kitlesel gösterilerde kadınların sayısının görece az olması bize gayet doğal geliyor ve bunda bir çelişki görmüyoruz.

İnsan hakları bağlamında işkencede daha ciddi travma yaşamalarına neden oluyoruz ve kadınlıklarına genç kızlık gururlarına saldırarak tecavüzlerle daha da ağır bir psikoza girmelerine neden oluyoruz.

Kadınların özgürleşme mücadelesini bile onların adına biz veriyoruz.
Onlara çoğu zaman güvensiz davranıyoruz onlar bizi sorguladığında ise bunalım ayaklarına yatıyoruz.

Kadınlarımızı seviyoruz ama içimizde binlerce çelişkiyi de barındırmaya devam ediyoruz.

Ben de bir erkek olarak özeleştirel bir yazı yazma ihtiyacı hissettim.

Kadının kadınlık onuruna sahip çıkmadığı, kadınlık duyarlılığına ve hassasiyetine sahip olmadığı, kadınlık bilinciyle davranmadığı,

Erkeğin de içindeki erkeği ezmediği, yenmediği, öldürmediği bir dünyada insanlık için kurtuluş yoktur.

İNSAN

NİSA dan gelir. Kadınlar demektir. Arapçada. Yani, İNSAN OLMAK KADIN OLMAKTIR. AMA ÖZGÜRLEŞMİŞ, BİLİNCİNDEKİ VE BEDENİNDEKİ TÜM ZİNCİRLERİ KIRMIŞ, ERDEMLİ ONURLU ÖRGÜTLÜ DİK DURAN YAŞAMI ELLERİNE ALAN KORKULARINI VE ZAYIFLIKLARINI YENMİŞ, ANALIK DUYGUSUNA, VİCDANINA MERHAMETİNE SAHİP BİR KADIN OLMA BİLİNCİ İLE KADINDIR İNSAN.

ERKEK ise rekabetçi, yıkıcı, savaşçı yapısı ile insan olma sürecinin önünde engeldir. ERKEKLİK OLGUSU yani.

On bin yıldır ERKEK EGEMEN TOPLUMUN GETİRDİĞİ YIKIMLAR, SAVAŞLAR, FELAKETLER, ÖLÜMLER, EŞİTSİZLİKLER, KİRLİLİKLER ortada. Ve tüm bu acı süreçlerin de en büyük bedelini yine KADINLAR ödemektedir. Savaşanlar erkekler olabilir ama arkada binbir zorlukla ve meseleyle başbaşa kalan da kadınlardır.


Sünni İslam anlayışına baktığımızda görürüz çelişkileri. Bir yandan erkeği kadına üstün kılan bir din ve onun toplumsal-siyasal-ekonomik yaşama yansıyan boyutu var.

Kışkırtılmış erkekliğe her türlü hazzı reva gören ve kadına da İTAATİ VE KABULLENİŞİ dayatan onu bastıran, kendi bedenine yabancılaştıran bir din anlayışı.

4 kadın alma hakkını erkeğe verirken, cennette hurileri vaat ederken, erkeği her daim kadın üzerinde hâkim ve üstün kılan bir din anlayışının yarattığı gericileşme.

İffetli, namuslu, bakire kadın arayışını sürdürürken, kadın bedenini sömürmekten de geri durmayan bir ikiyüzlülük var toplumda.

Fahişelik kurumunu ele almak yeterli değil mi bu anlamda.

Cinsel anlamda ciddi bir kapalılık ve yasaklar zincirine vurulmuş doğu toplumlarının düşünsel-zihinsel-cinsel boşalımlarını bile kadın cinselliğini kadın bedenini aşağılayarak kullanarak sömürerek gerçekleştirmelerindeki ikiyüzlülük...

Kadınların kırılgan ruh yapısını, kendi angutluklarıyla göz ardı eden ve anlama yeteneğini söz konusu kadın olunca kullanmayan bir erkeklik var bu ülkede.

Kadının bile erkeklerin üstünlüğünü kabul ettiği bir cinsiyet ahlakı oturtulmuş.

Erkekliğin kutsandığı, sünnet düğünleriyle, gerdek sonrası bozulan bekâretten akan kanın üzerinde durduğu beyaz çarşafın asılmasıyla erkekliğin, penisin yüceltildiği bir toplumsal-cinsel ahlak anlayışı var. Erkeklerin sohbetlerinde bozdukları kızlıkları, yattıkları kadınların sayısını anlatarak duydukları aşağılık gurur ve övünç sorgulamaya açılamıyor bile. Çünkü gayet doğal bir durum sayılıyor.

Kendi bedenine yabancılaştırılan, bedeninden utandırılan, ruhsal ve cinsel psikozlarda kişiliğinde ciddi kırılmalar ve çatlaklar oluşan kadının, erkek egemen sınıflı topluma karşı verebileceği nasıl bir mücadele olabilir ki özgüveni bizzat kendi bilincinde tüketilmişken otomatik olarak?

Doğurganlığın, üretkenliğin, bereketin, barışın, hoşgörünün ifadesi olan kadınlık, nasıl da itilmekte aşağılara aşağılık ahlaki ikiyüzlülüğümüzle.

Erkekler ne kadar dürüst davranabiliyor, eşitlik olgusundan bahsederken?
Kadınla erkeği bir tuttuğunu ifade ederken?

İkiyüzlülük bu toplumun doğasında var.

Ve bu düzen, kadın bedeni üzerindeki hâkimiyeti kadına bırakmıyor.
Erkekler de bu çemberin dış sınırlarını oluşturuyor.
Evde baba ve koca rolüyle ya da ağabey rolüyle kuşatıyor kadınlığı.

Yabancılaşmış, kişiliğinde zafiyetler oluşmuş, dişiliği ile kendini var etmeye, kabul görmeye, sevilmeye çalışan bir kadın profili çıkıyor bu yapısal durum içerisinde.

Zeki, akıllı, yetenekli, liderlik vasıflarına sahip kadınların yeri konumu değeri anlamı nedir erkekler için?

CADALOZ diyorlar ve uzak duruyoruz. Zaaflı, aldanmaya açık kadınları seçiyoruz.

Tüm doğada eş seçimini yapandişiler iken, bizde erkeklerdir.

Ve kadın, erkeğine itaat ettikçe elde tutabiliyor yuvasını, konumunu, durumunu...

Değişmesi gereken çok şey var.

Kadın bedeni üzerinden çekilen klipler, günlük çıkan gazeteler, yayınlanan dergiler, pornografi ve erotizm. Kazanılan paralar….

Batı dünyasında yozlaşmış cinsel ahlakın esaretinde sömürülen kadının ne farkı var, sevdiği erkeğe kaçtığı için namus cinayetine giden doğu kadınından?

her şeyin olabildiğince tüketildiği, değerlerin ayaklar altına alındığı, faydacı, hazcı, sinekten yağ çıkarmaya çalışan günübirlik yaşamanın felsefesi değil midir bilinçlerimizi işgal eden, dürtülerimizi yönlendiren ve bizi tüketim toplumunun homo-economicusları olmaya iterek insanlığımızdan uzaklaştıran emperyalist kültür ve ahlak anlayışın etkisinde?

Yüzleşmek kolay değil öyle?

Yüzleşebilmek...

Bir erkeğe hodri meydan diyebilir mi bir kadın, içindeki her şeyi apaçık ortaya koymasını isteyebilir mi?

Ve erkek ne kadar açık yürekli davranabilir kadına karşı?

Sınıflı toplumun erkek egemenliğine dayanan yapısı sürdükçe ve kadın bedeni erkekliğin kuşatması altında köle olarak kaldığı sürece dünyada eşitlikçi bir yapının var edilmesi değişimin sağlanması mümkün değildir.

Kadın örgütlülükleri, sınıflı toplumun temel çelişkisi olan ve tüm temel sorunların kaynağı olan EMEK-SERMAYE çelişkisine de yönelebilecek cesarette olmalıdır. Sistemin özüne dokunmayan tüm mücadele ve örgütlülükler, o sistemin bir parçası ve onu besleyen bir kaynak haline gelmekten kurtulamayacaktır.

Emekten, sevgiden, barıştan, ortaklaşa yaşamdan, kolektivizmden, eşitlikten, özgürlükten, sevgiden yana bir dünya için, kadınlar daha ciddi anlamda siyasal-sosyal-ekonomik-kültürel alanı doldurmalıdır ve bunu örgütlü bir biçimde yapmalıdır. aksi takdirde bu zincirler her gün biraz daha kemirecektir insan olma erdemimizi ve onurumuzu....


Kadınlarımız...

Bir toplumsal devrim yaşanmadan insanlığın kurtuluşu mümkün olmadığı gibi kadınların da kurtuluşu mümkün değildir.

Kadın olmadan devrim olmaz,
Devrim olmadan kadın kurtulmaz...

Yaşasın kadın - erkek işçi emekçi ve köylülerinin sınıfsız sömürüsüz eşitlikçi özgür dünya mücadelesi...



Oktay Çaparoğlu

15.11.2007


İçerden mırıldanmalar - (ALEV ALATLI'NIN SANSÜRLENEN YAZISI)

(ALEV ALATLI'NIN SANSÜRLENEN YAZISI)

İçerden mırıldanmalar

ALEV ALATLI

Gözlemlediğim odur ki, korkutan tülbent değil, türban. Niye, çünkü, derin belleğimizdeki hayırhah kadının uzantısı tülbent. Döner yara sarar, döner kırık kol bağlar, döner sancılı başı sıkar, döner yoğurt süzer, döner hamur teknesini örter, döner bebeyi haşerattan korur, hastanın terini siler, yavukluya armağan olur, hasreti iyileştirir. Nurani yüzleri çevrelerken anılır; sabun kokusu, kekik ıtırı, kadın şefkati, ana kucağı çağrıştırır. Türban öyle değil. Çünkü, türban, İslâmi tesettüre ilişkin en katı (dilerseniz, en erkeksi) yorumun benimsendiğinin ilânı hüviyetindedir; ve dolayısıyla, kadına ilişkin tüm diğer yorum ve kuralların da kabullenildiğini ima eder. Bunların arasında kötülük, fitne ve uğursuzluk kaynağı olmamızdan başka, dinen ve aklen dûn (eksik) yaratıldığımız, namazı bozan köpekler ve eşeklerle bir tutulduğumuz şeklinde, eşrefi mahlûkat olmaktan gelen haysiyetimizi rencide eden yorumlar vardır. Türban, bu yorumların zımnen kabulü olarak görüldüğü için korkutur.

Kadın/ana koşulsuz sevginin simgesidir. Toplumun, yasaların, hatta kutsal kitapların dayatmalarına rağmen doğurduklarından vazgeçmeyen, terörist torunundan da, eşcinsel oğlundan da, konsomatrist kızından da kopmayandır. Hiç bir ideolojinin yada toplumsal kurgunun ya da inancın selâmeti anayı çocuklarını feda etmeye iknaya yetmezken, kadın, pederşahi kuralların inşa ettiği dünyanın iflâh olmaz muhalifi olarak tebarüz eder. Bu iflâh olmaz muhalif, yeri geldiğinde tüm kuralları çiğneyecek, oğlan ya da kız, suçları ne olursa olsun, doğurduklarının esenliğini sağlamaya çalışacaktır. "Ağlarsa ana ağlar gerisi yalan ağlar" olgusu, kadın unsurunun beşere sunduğu eşsiz sığınağı minnetle ulularken; kadının kendisi yeryüzünde gözlenen tüm karışıklıkların (fitnenin) müsebbibi olarak takdim edilir, dünya kurulalı beri.

Hint'in kutsal metinlerinde, "doğuştan düşüncesiz ve hilekârdır" kadın. "İman yolunda bir engel, salâh yolunda bir bariyer, uygulamada bir büyücü, iğrenç arzuları temsil eden" bir aşifte.(1) Buda, öğretisini sulandıracakları için kadınların rahibe olmalarına karşıdır. Ortodoks Yahudi erkeklerinin sabah dualarından biri, "Beni bir kadın olarak yaratmayan Kâinatın Yaratıcısı Efendimize hamdolsun." Adem'i mennu meyveyi yemeğe ikna ederek, insanlığın cennetten kovulmasına neden olan Havva ile ilişkilendirilmiyor olmasına şükretmektedir. Hıristiyan geleneğinin başat bileşeni, kadının kötülük, ayartma ve günahla özdeşleştirilmesidir. Erkek, ruhani, akla yatkın ve tanrısal olan İsa'nın alanının temsilcisi sayılırken, kadın, Sezar'ın ten ve madde dünyasıyla bütünleştirilir. Hayrın ve şerrin, cinslerdeki karşılıkları erkek ve kadın olarak belirlenirken, yeryüzüne kötülük bulaştırdıkları gerekçesiyle kadınlardan topluca tövbe edip, günahlarını affettirmeleri talep edilir. İsevi öğretiyi kaleme alan Aziz Paulos, memnu meyva olayında "aldanarak suça düşen" kadının susup, erkeğe tabi olması gerektiğini bildirir: "Kadın tam tabiiyetle sessizce öğrensin. Fakat kadının öğretmesine, ve erkeğe hâkim olmasına izin vermem..."(2) Hıristiyan kadınların günahlarının bağışlanması, cinsiyetlerinin dayattığı rolü canı gönülden kabullenip çocuk doğurmaları, cinselliklerini kontrol altında tutmaları, erkeğe tabi olmalarına bağlıdır. İslam'da, "Ümmetim için kadın fitnesinden daha büyük bir fitne kaldığını bilmiyorum" mealindeki cümlenin Hazreti Muhammed'e ait olduğu bildirilir. "Allahım bizi kadınların şerrinden, fitnesinden ve onlarla imtihan olup kaybetmekten koru" mealindeki duanın(3) varlığı, semavi dinlerin ortak tutumlarının yansıması olarak belirir.

Öte yandan, 1900'lü yılların başlarına kadar medeni dünyanın hemen her ülkesinde bir eş, kocasının gölgesi, uzantısı, parçası olan kadın, dünyayı saran değişimden nasibini alacaktır. "Yeni kadın" erkeğin bir refleksinden ibaret olmayı kabullenmeyen, yardımcı oyuncu rolünü reddeden, kendisine ait bir içdünyasına sahip, coşkulu, bağımsız, özgüven sahibi, yaşamını bir başına sürdürmeyi göze alabilen kadındır. Bu kadın, modernleşen toplumların her basamağında rastlanabilecek birisidir. Sabahın kör karanlığında işçi mahallelerinden fabrikalara akan solgun kalabalığın arasında da görülebilir, mutevazı bir tezgâhın arkasında da, laboratuvarda da, devlet arşivinde de, hastane koğuşunda da. Aşkları çok başarılı evliliklerle sonuçlanan, el değmemiş "iyi" kızlar değillerdir bunlar. Kocalarının ihanetlerine katlanan evli kadınlardan olmadıkları gibi, intikamlarını zina yaparak almaya kalkışanlardan da değillerdir. Ne mutsuz bir aşk hikâyesinin yasını tutan yaşlı bakire, ne de bir aşifte; yeni kadın, yoksulluğa ya da mesleksizliğe kurban gitmeyi reddeden, hayattan özgün talepleri olan, ömrünü ailenin, sülâlenin hizmetinde tüketmeyi reddeden, hemcinsinin haklarını savunan kadın.

Yeni kadın, erkeğin ne gönlüne ne de aklına hitap eder. Erkek cinsinin en duyarlı zümresi iken şairler, yeni kadını ne görürler, ne duyarlar, ne anlarlar, ne de ayırt ederler. Kendilerini geliştirmeye adanmış, yeni yollar, yeni renkler, yeni dünyalar keşfetmeye çalışan yazarlar, yeni kadının yanından geçip giderler. Edebiyat, ihanete uğramış, terk edilmiş, acı çeken kadınlar, intikamcı zevceler, büyüleyici aşifteler ya da iradesiz, renksiz, sade, şirin kızlar üretmeyi sürdürür. Romancıların muhayyeleleri de sanki kadının geleneksel görüntüsünden başkasını algılamaya müsait değildir. Değişimi idrak edemedikleri gibi, belleklerine de kaydedemezler. Yeni kadının hekimlikten yargıçlığa, sanayicilikten mühendisliğe, müzikten edebiyata, tiyatrodan öğretmenliğe kadar hemen her çağdaş uğraşta rastlanan muhteşem örneklerine gelince, onlar istisna sayılır; olağandışı psikolojik fenomenler olarak tanımlanıp, uzak durulur. Yaşı ne olursa olsun, erkeğin kanatlarının altında olmayan kadın, ana muamelesi görür. Özetle, kadının ne olup olmadığı erkekler tarafından kadınlar üzerinden tartışılan bir süreç olmaya devam eder; günümüzde türban meselesinde gördüğümüz gibi.

Oysa, cinsellik, yeni kadının kimliğini oluşturan onlarca bileşenden sadece birisidir; meğer ki, yaptırımların kurbanı olsun, asla belirleyeci olanı değil. Keza, doğurma eylemi, kadın hüviyetindeki ömrünün sancılı bir safhasından ibarettir, bütününü şekillendiren bir fenomen değil. Doğum yapmış, yani, kadın olmaktan ana olmaya terfi ettirilmiş olmak, yeni kadın tarafından cinsine atfedilegelen fıtrî kötülüklerden arındırıldığı gösteren bir ibraname olarak da önemsenmez. Yeni kadın, evlâd sahibi olmanın hormonlarının desteğindeki koruma içgüdüsünü körükleyeceğini, doğurduklarını yaşatabilmek için elinden geleni ardına koymayacağı ruh halinin "fitne potansiyeli"ni de güçlendirebileceğinin bilincindedir. Kediler ana olmasın derler, doğrudur; en narinimiz bile tırnaklarını çıkaracak, aslan kesilecektir. Bu çerçevede, "haram helâl ver Allahım/çoluk çocuk yer Allahım" yakarışının bir kadın duası olduğunu hatırlatayım. Tekvin ve Kur'an'da yer alan İsmail kıssasında biricik oğlunu kurban etmeyi düşünebilenin çocuğun anası değil, babası olmuş olması, yeni kadının gözünde erkeklerin çocuklarına ilişkin eğreti tutumlarının teyidi mahiyetindedir; erkeklerden oluşan hakim sınıfının hükümranlığını yasallaştıran çağların pederşahi toplum sistemlerinde oğullarını esirgeme çabası içindeki anaların feryadlarının şeytanın iğvaları olarak yorumlanmasını da ciddiye almayacaktır.

Yeni kadının tecrübesi, yeryüzündeki yaşamın somutta ispatlanan aşkla ayakta kaldığı şeklindedir, yasalarla değil. Cinselliğin iletişimle mümkün olduğu şeklindedir, şiddetle değil. İmanın akılla güçlendiği şeklindedir, dayatmayla değil. Ruhaniyatın saygı ile beslendiğidir, seçkinci ayırımcılıkla değil. Erkeklere nasip olmamış gibi duran işbu tecrübe, fitne vb. suçlamalara karşın kadınların/anaların yasaların dışında ve üstündeki konumlarına ısrarla sahip çıkmalarını öğütleyen kadınlık bilgisidir. Gerektiğinde baş örten, gerektiğinde yara saran tülbent, kadınlara mahsus bilginin kadim nakil aracı olarak görülür. Bu bağlamda, türban, kadınlık bilgisinin bastırılması, diğer bir deyişle, kadının kadına ihanetinin dışavurumu olarak algılanabildiği için korkutur.

Türk toplumun eriştiği tarihinin bu noktasında, yargıç kürsüsündeki yerini dişiyle tırnağıyla elde etmiş yeni kadın, tanık mahallindeki hemcinsinin şahitliğini irade ve akıl bakımından erkeklerden daha zayıf olduğu gerekçesiyle reddetmeyi aklından bile geçirmezken, dünya ve kâinat görüşünü türbanı aracılığıyla ilân eden kadın yargıcın vereceği hüküm, erkek cinsi lehine cinsiyet ayırımı yapacağının peşinen kabulü demek olacağı için korkutur. Benzeri korkular tıptan sahne sanatlarına, öğretmenlikten turizme kadar hemen her uğraş dalında nüksedebilecek; yalnız seyahat edememekten yönetici kadrolarından uzak durmaya varıncaya kadar çok sayıda olası yasaklar gündemde kalmaya ve ürkütmeye devam edeceklerdir.

Bana sorarsanız, türban sorunu işbu"kadının kadına ihaneti" olarak ifade ettiğim açmazda düğümlenmektedir. Bir kısmımız türbanı egemen erkeklerle kadınlar aleyhine yapılan bir ittifak olarak değerlendirirken, diğer bir kısmımız yasakçılarla birlikte hareket etmek suretiyle kendilerine tekâmül yollarını kapayan hemcinslerinin ihaneti olarak görebilmektedirler. Her halûkârda, konu üzerinde tartışacak, uzlaşma zemini arayacak, meseleyi çözüme ulaştırmaya çalışacak olan kadınlardır; kadınlar üzerinden ahkâm kesen muhalif ya da muvafık erkekler değil. Bu aşamada gerçek tehlike arzeden bir şey varsa, o da tarafların içtenlikle konuşacakları yerde birbirlerini basmakalıp sıfatlarla takdim ve itham etmeyi sürdürmeleri olsa gerek. Rahmetli Meriç'ten mülhem bir ifadeyle, kavga, kadın ile kaderi arasında olmalıdır, kadın ile kelimeler arasında değil.

(1) Devi Bhagaveta (1.5.83)

(2) Yeni Ahit, 1.Timoteosa.

(3) "Allahümme ecirna min şerri'n-nisa..."

BAŞLIKSIZ ÇÖREKLENMİŞ SÖZLER



BAŞLIKSIZ ÇÖREKLENMİŞ SÖZLER



Bir şafak atarken kızıla çalan güzelliğinde tanıdım gökyüzünü,
Sevda rengi bir kızıl, umut rengi maviliklere vuruken aksini
Düş dolusu bir ateş sarısıydı
Bedenimi sarmalayan aydınlığı manzaranın.

Yitip gidene inat yalnızlığımızda
Vuruyordu tepemden güneş
İnadına duruyordu seyredalmışken
Gidenin ardında bıraktığı puslu izleri.

Ve artık giden de kalan da birdi yaşamımda
Ve artık özlenecek çok şey vardı anlamını tükettiğimiz dünyada
Bilmedik akıl kararınca sürmeyi tarlalarımızı,
Eksik bıraktık geçmişizden getirdiğimiz hesaplarda
Yüzleşmelerin tedirginliğine kapılıp
Korkular önünde eğilerek
Yaşanmışlıklarımızı...

Yakamızı bırakmayışı bu yüzdendir gölgelerin
Ve bir yanımız hep takılı kaldı akıp giden zamanda
Asla geri gelmeyecek olana.

Biz inatla sevmeye devam ettik insanı
Kaygılar, kahırlar ve acılar içinde kalsak da
Soluduğumuz havanın
Yüzümüze dokunup saçlarımızı okşayan rüzgarın
Ve sular dolusu serinliklerin ortasında
Bizi var ve anlamlı kılan bu yaşamı.

Bitmedi,
Eksilmedi gülüşler yüzümüzden.

Güzel diri ve saf tuttuk çocuk bakışlı sevmeleri
Ve şimdi dirilmeyi bekleyen bir bahardır ömrümüz

Solup ölen,
Kuruyup dökülen
Çürüyen yapraklara

Filizlenen, yeşillenen
Ve bin kökten beslenip
Kendi dalında yeniden can bulan yapraklara

Baktıkça çözülüverdi anlamlar
Ve döküldü ortalığa birer birer.

Yürümek
Ve umut etmek
Ve belki de umut olmak.
Ve eksikliğini duyduğun herşeyi
Kendinde bulmasını bilmek

Ölüm bir gerçek tıpkı yaşam gibi şu alışamadığımız.
Binlerce olasılık var bekleyen kapımızın önünde
Başucumuzda bekleyen.

Durmamalı.
Alana dek bizden bizi
Biz olmayı sürdürmeli...

Oktay Çaparoğlu

27.09.2009

HER BİRİ BAŞKA BİR GECEYARISI DÖKÜLENLER...



HER BİRİ BAŞKA BİR GECEYARISI DÖKÜLENLER...


İlk gece... Bir çadırın tenhasında. Açıklığında bir göğün ve bir denizin kıyısında...


Sırtımı yere verip gökyüzünü seyredalarken ben
Bir aydınlık görmeyi arzuladım pır pır eden uzak yıldızlarda
Pür dikkat kesilmişim
Dudağımda ezgilenen bir türküyle eşlik ederek geceye.
Öylesine güzel dizilmiş öylesine etkileyici ki
Işık tarlalarınndaki ateş böcekleri gibi
Karanlığı yırtan o küçük
Nokta nokta
Sıralı ve sonsuz çokluktaki yıldızlar.

Sözcükler anlamını yitirmekte yine
Kaygılar anlamsız
Ölüm ise bir beyhude korkuluktur şimdi gecede.

Ağaçları okşayan esintileriyle rüzgar
Kimi zaman şefkatli kimi zaman çığılığa dönen sesiyle
Duraksız bir ezgidir kulaklarımda.

Sivrisinekler vızıl vızıl
Aç ve heyecanlı
Paylaşmaktayım
Damarlarımda akan kızıl kanı onlarla
Severek derin hislerle her ayrıntısındaki her zerreyi yaşamın.
Varolmak güzel.

Çelişkiye düşüyorum birden bir ısırığıyla sineğin.
Ölüm çağırıyor yalnızlığımda kendi sofrasına beni
Sonsuz bir karanlığın ortasındaki
Hazin bir suskunluğa mahkum bir sona gittiğini bilmek ne kötü.

Onurumla yaşadım.
Onurumla ölmeyi başarabilecek miyim bakalım...

***************************************************

Ve ikinci gece... Yine gökyüzü yine ben yine sivrisinekler ve içimde deli mavi bir çocuk...



Yine umutlar yangında
Yine ateşlere tutsak sevdalardayım.
Ve beklenen gün çok çok uzakta bizlerden
Çünkü zamansız gidişleri yaşamakta ömrümüz.

Dalgalar vuruyor yüreğime
Suskunlukta boğulmuş, binyılların karanlığında kalmış gönlüme.
Avuçlarım terli yüzüm serinlikte
Üşümekte kulaklarım
Annemin kokusunu özler olmuşum
Babamın gülen yüzüyle seslenişini bana
Ve kızkardeş dolusu bir evde
Kendi çocukluğumdaki ağlamayı ve susmayı bilmez halimi özlemişim
Kavgaları, sürtüşmeleri ve yumurtanın kalan kısmını paylaşamazken
Kendimi içinde bulduğum o kardeşlik dolu çekişmeleri.

Uzanıyor ellerim yitip giden sevdalara kavgalara
O zorlu ve büyük mücadelelerde yüreğini ortaya koyan
Çekingen çocuğu arıyorum içimde.
Evet.
Gözlerim seyredalarken yıldızları
İçeride geçmişi özlemekteyim
Çocukça ve kederli bir düşte...

****************************************

Üçüncü gece... zemin sert... sırtım üşürken içimde bir acı hasret hissetmekteyim yine...



Anlamak güç
Ve garip şeyler olmakta
İnsan insana uzak
İnsan insanın acılarına yabancı

Türküler susmuş
Duygulara çalınmış kara lekeler
Ve ezilmiş hislerle
Sevinçler bile
Gizliden gizliye yaşanmakta .

Mutlu olmayı
Avuçlarındaki bozukluklarda bulan çocuk
Yok artık içimizde
Ve kanayan bir yaradır yalnızlığımız...

************************************************

Dördüncü gece... Yorulmuşluğun yükü omzumda ve bulutlar hızla yol almakta gecenin karanlığında verip sırtını rüzgara...



Konuğun olmak isterdim
Konuk olmak sana ve sana ait sözcüklere.
Yakın durmak yüreğindeki sıcağa
Bir çıra tutuşturup içindeki ateşten
Kızıla boyamak bir alevle ve yangınlar ortasında bulmak kendimi.

Bir çiçek demeti olsun diye ellerimde
Sana sunmak için yüreğimden
Geçmişten, soğuktan, ölümden ve yaşanmışlıkların izinden
Doğan günden, güneşte filizlenen umutlardan


Nedir yitirdiğimiz dünde
Ve nedir sürükleyen bizi
Böyle bir paylaşımda kendini bulmaya...

Anlamak ne de zor
ve ne garip bir hayat değil mi?
Tıpkı Neruda"nın söylediği gibi...

İnsan,
Şairane bir çelişkidir....


***************************
Yine dördüncü gece ve geçmişten gelen acılar sancılanmakta her yerimde...




Kendini ararken bir aşkın içinde
Bambaşka bir hüzne gömüldük zamanın içinde.
Parçalanan anlamlarda bulduk kendimizi
Sanki hayat dünkü bizde biçimlenen hayat değil bu gece
Sanki biz değildik yaşayan o geçmişi

İzler kalmış ama bizler değişmekteyiz
Ne kadar hızlı ve çabukça yadsınmakta dün
Ve herşey daha da maddi bir gerçeklik kazanmakta.

Duygular kırgın ruhumuz yitik
Bir kaybolmuşluk hissi yaşamaktayız
Bu yoksunluk çağının içinde.
Neydi sevgi?
Aşk neydi?

Sorgulamaksızın geçen tek bir an var mı kendimizde
Siilikleşen solgunlaşan güzellikleri?
Doğru olan nedir?
Arıyor gözlerimiz arıyor belki de hiç bulunmayacak olanı.
Hiç susmayacak yumuşak bir ses istiyor kulaklarımız
Ve yüreğimiz
Snosuz, büyük, derin ve coşkulu bir aşkı.

Her insan gibi...
İçinde sevgiye muhtaç sevgiye aç bir çocuk taşıyan....



*********************************

Bir karanfil dolusu güzellikler ortasında birbaşına duran
Kırmızı bir gül idi aşk.
Ve bitmiş bir aşka verilen son demet idi ellerimle uzattığım sevgiliye
Ama ne gariptir ki
Ömrümün ilk çiçekleriydi
Yüreğimde çiçeklenen sevgi bahçesinden derip sevgiliye sunulan.

Ve şimdi,
Korkular sarmalamış bir de kaçma isteği.
Güvensizlikler içinde kafakarışıklığı yaşamaktayım.
Neyi ister neyi arzularım bu fani fenalıkta bilemiyorum

Pişmanlıklara gebe bir ömrün ertelenmiş yaşanmışlıklarının
İç burkan boyun büküklüğüdür mahkumu olduğum
Bir ölümün kıyısındayım şimdi
Tam da alışmışken hayata ne büyük bir acıdır
Giderayak söylemek hayata ve aşka dair türküleri.


Yaşayamadıklarımla avunmak zorunda ölümüm...

Ve şimdi karanlık gölgeler büyüyor ufukta
Gün batımı ve geceyi yaşıyor bedenim...


***************************************


O deniz kıyısında oturan ben
Ne büyük kavgalardan
Ne büyük yaralar alarak gelmiştim biliyor musun?

Belki de bunu görmüştün kederle çizgilenen gözlerimde
Ve belki de bu yüzdendi bana karşı hissettiğin yakınlık...

Bir yanımda kızıllığı devrimin ve özgürlüğün renginde açan çiçekler
Öte yanım tutsak olmuş gericiliğin zulmün ve tükenmişliğin pençelerinde.

Çocuk düşlerim vardı büyüttüğüm bir köklü çınar gibi
Ama ben büyüyemeden kalakalmıştım ışıksız gölgelerde.
Yaban ve asi idim dünyaya ve hayata karşı.
Ve herşey ne kadar da saf, el değmemiş ve güzeldi
Yüreğimde anlamlanan yansımalarıyla.

Günden güne kararan bir yürekte bile çoğalabilmişti sevinçler
Ve hep kendimdendi sunduklarım yaşama
Kendimi paralarcasına verdiklerimden ibaretti yitirdiklerim....

Hayatı geç tanıyan bir çocuk kalmış geçmişin gölgesinde büyümeksizin
Yüreği yaralı duyguları incinmiş
Yalanlarla örülü bir dünyada silahsız ve savunmasız
Yalnız bir çocuk.

Geçmiş ne de acı.
Kısık gözlerle bakabiliyorum ancak
Uzaklardan gelen belli belirsiz ışıklara.

Payına düşeni alıyor musun cesaretle
Umutsuzluğa düşmüş bir çocuğun kısılmış gözlerinde
Çoğaltabilmek için yeniden
Yaşam denen umudu...

************************************

Geçmişimden bir gölge beliriverdi aniden
Uykuya yüz tutmuş halime inat
Yarı gerçek yarı sanrı bir düşte
Gözleri ve yüzü karanlığa gömülü bir kadın silüeti
Kapıyı aralayıp girerken odama
Patlayıverdi içimde bir acı çığlık
Acı acı ağladım
Geçmişimden aralanan o kapıdan giren kadını görünce.


**********************************

Oktay Çaparoğlu
01.09.2009-04.09.2009
Yeni Foça - İzmir

YAŞAMA DAİR SÖZ ÖBEKLERİ...



YAŞAMA DAİR SÖZ ÖBEKLERİ...



SUSKUN VE SESSİZ BİR DURUŞUN GÖLGESİNE SAKLANDIĞIM BİR YANIMDADA HER ZAMAN BİR HAYKIRIŞ SAKLI İDİ.

DURGUNLUĞUMU BESLEYEN FIRTINALARIN ORTASINDA KALMIŞLIĞIN ÇARESİZLİĞİ İDİ.

BİR BAŞINA YAPAYALNIZ SOYUTLARKEN BİLİNCİMİ BEDENİMDEN, KALABALIKLARIN ÇILDIRTAN YABANCILAŞMASI VE TEKBAŞINALIĞI İDİ DERİNLEŞTİREN VE SONSUZ GİRDAPLARA KAPTIRAN YÜREĞİMİ.

HER SABAH İNSANLAR İÇİN GÜNAYDINLANIP, YENİ GÜZELLİKLER SUNARKEN,BEN BELİRSİZLİKLERE BOĞULU YÜREĞİMDE IŞIKSIZ GECELERİ YAŞARDIM GİZLİCE.

HAYAT TATLI ANILARI VE KARMAŞASI İLE ÇEKERKEN İNSANLARI, BENDE UMARSIZ BİR DİNGİNLİĞE VE UZAKLAŞMA İSTEĞİNE NEDEN OLMAKTAYDI.

BELKİ TANIMLAYAMADIĞIM İÇİN BELKİ DE TANIMLANMASI GEREKMEDİĞİ HALDE, ANLAMLANDIRMAYA ÇALIŞTIĞIM İÇİNDİ HAYATLA ARAMA GİREN O GARİP MESAFE.

HAYATI YAŞAMAK YA DA ONU SORGULAMAK.

TERCİHLERİMİZ DEĞİLMİYDİ BİZİ BİZ YAPAN VE BİR DİĞERİNDEN FARKLI KILAN.

HAYATA HANGİ PENCEREDEN BAKTIĞIMIZ YA DA ONDA NASIL BİR ANLAM KEŞFETTİĞİMİZ.

KİMİ ZAMANINI ONU SORGULAMADAN TÜKETİRKEN KİMİMİZDE SADECE SORGULATIP KENDİNİ TÜKETİYORDU.

NE MENEM BİR ÇELİŞKİDİR Kİ HAYATIN SINIRLI VE SONUNUN NE ZAMAN GELECEĞİNİN BELLİ OLMAYACAĞINI BİLDİĞİMİZ HALDE , HİÇ ÖLMEYECEKMİŞ GİBİ ONUNLA UĞRAŞIYOR YA DA ONU GELECEK KAYGISINA DÜŞMEDEN TÜKETİYORUZ.

YARINA BUGÜNDEN NE BIRAKABİLECEĞİNİN DEĞİL BUGÜN KENDİSİNE SUNULAN BU KREDİDEN NE KADARINI HARCAYIP, KÜÇÜK MUTLULUKLARA FEDA EDECEĞİMİZİN KAYGISINDA ÇOĞUMUZ.


Oktay Çaparoğlu
21.06.2006

***********************************************************************************

Ben, Kendim ve Sen


ne arıyorum bu dünyada?
bu beden bana bir zindan.
beynim zincirlere vurulmuş.
suskunluğun korkunç karanlığına boğulmuş insanlık.
dalgalar bile sessiz...
çığlıklar duyulmaz olmuş.
ya kulaklar sağır
ya sesler yankılanamamakta bilincinde insanlığın...




OKTAY ÇAPAROĞLU
01 Kasım 2007

************************************************************************************


başı mı son sonu mu başıdır bu dökülenlerin...




yaşama kattıklarımız kadar anlamlandırırız yaşamı.

ve geçmişin bilincimizin derinliklerinde bıraktığı izler, farkındalıklarımızı bir belirsizlik silsilesi içinde boğmakta bizi müthiş bir eylemsizliğin içine itmekte.

kendimle ilgili görüngülere dışsal etkilere ihtiyacım olduğunu düşünüyorum bazen. ne kadar bencilce değil mi?

sahip olduğumuz yetenekleri, birikimi, değerleri yaşatabilmek ve hayatta ifade edebileceğimiz alanlar yaratabilmek.

öyle bir konumdayım ki derin bir bataklığa kaptırmış gibiyim bilincimin ayaklarını.

hareketsiz beklemekteyim. ve bekledikçe ağırdan ağıra çekmekte beni içine.

kimbilir belki de kurtulmayı düşünmemeliyim. dalmalıyım gideceğim veya beni götüreceği yere.

yalnızlık özlemi, her anına sığdırılan sonsuz sınırsız devinen hareketli düşünceler sorgulamalar hesaplaşmalar...

kopmakta bazen teli birşeylerin...

elimize gitarı, bağlamayı ya da kemanı aldığımızda yüreğimizde yankı bulan sesleri nasıl döktürüyorsak ezgiler halinde örgütleyerek notaları, yaşamımızın da tekilliklerini aynı şekilde bir beste gibi ezgileyip bir türkü gibi söyleyebilmeyi başarma meselesi...

başarısızlık diye birşey var mıdır?

başarı diye birşey yada...

mutlu olmayı istemek ne de anlamsız bir çaba...

hele anlamsızlığın rahatsızlığını duymak...

insan olmak ne de zor. algılamak algıladıklarından inanılmaz sonuçlar çıkarmak dönüştürmek onları ve yeni pratik biçimleri yaratmak öğrendiklerimizle...

ne inanılmaz bağlantılar yakalıyor bilinci insanın ve hep bir arayış içerisinde...

durmayı bilmeyen bir arayış..

şimdi bu arayışın tüketim toplumunda farklı biçimlere evrildiği insan zekasının aklının köleleştirilip kısırlaştırıldığı bir süreç...

bizi insan yapan özelliklerimiz niteliklerimiz egemenlik kâr ve güç olma hırslarımız uğruna, çıkar elde etme dürtümüz uğruna bizi insan olmaktan çıkaran parçacıklar olmuş durumda.

nedir kaybımız kaybetmekten kişiliğimizi değerlerimizi...

duruşumuzu anlamlı kılan nedir anlamsızlığın primli ikramiyeli yalan ve sahteliklerle dolu dünyasında...

uzayıp gider cümleler...

aslolan pratiğidir kişinin...

eylemdir...

düşünceler fikirler eylemde bulur karşılığını ve bir hayalet etli kemikli bir güç haline gelir...

engeller çok...

duvarları içimize ördük de biz kendimizin dışında kaldık...

içimize özümüze dönmek için kendimizde dışarıdan vurulacak darbelerle yıkılacak duvarları zorlamanın kavgasıdır artık insan olma mücadelesi.

yol uzun zorlu ve bir değişik...

susuyorum...

suskunluğumda çoğalıyor kelimeler...

dinmiyor yankısı kulaklarımda bilincimin ezgilediği melodiler...

çoğalarak baskılıyor beynimi...

ve bataklık çekiyor hala içine içine...

iyi midir kötü müdür bunu tartışmak anlamsız...

çünkü yaşıyoruz

ve insanız...

sevgiyle ve dostça kalın...



OKTAY ÇAPAROĞLU

01 Kasım 2007


***********************************************************************************


SÜRGÜN...


ne kendin olarak mutlusundur ne onlara benzeyerek...

her zaman içinde bir yabancılık kalır.

yüreğinde bir burkuntudur geçirdiğin zamanda payına düşen uzaklarda.

ait hissetmezsin kendini. ne oraya ne buraya...

ne kendinsindir ne bir başkası...

kendinde sürgünlüğün iç acıtan yalnızlığı...

yaşamın uzağındadır bir yanın...

öte yanın tam ortasında...

gülüşlerinle aydınlatırsın geceyi ama günlerin karanlıktadır yüreğinde...

kararsızlıkları yaşarsın kendince.

susuşlara boğulur bakışların en koyusunda bir sohbetin...

yabancılaştığın kendinde yakınlaşırken onlara, onlara yabancılaştıkça hissedersin içindeki tekbaşınalığı...

farklı değilsindir onlardan ama onlar gibi de değilsindir...

iki arada bir derede kalmışlığın sancısı sarsar benliğini...

müziğine, yemeğine, ten rengine, gözlerine bakışlarına yabancısındır tanıdık olduğun kadar...

hep bir mesafe vardır dünyanla dünya arasında...

ve mutluluğunu gölgeler sürgün sevdaların, sürgün özlemlerin...

bir nergize benzer artık bedenin...

ne kök salabilmiştir toprağa...

ne de kıpırdayabilmektedir günbegün kirlenen gölün içinde...

ama umut hep biryerlerde olacak...

sevda kokacak bir yerlerde...

özgürleştikçe zihninde zincirlenen duygular kopardıkça ipleri ve saldıkça kanatlarını gökyüzüne...

dirilişin adı olacak geçmişin kapanmamış hesapları arasında gizlenen acılar...


OKTAY ÇAPAROĞLU



************************************************************************************


acıların acısında acımak acınmışlığa...

***



Acılar dosttur insana...

yalansızdırlar, gerçeği hafifletmezler, uyarıcıdırlar...

acı derinleştikçe çare arayışına girer insan. düştüğü çözümsüzlüklerden acıları sayesinde kurtulur.

samimidir acılar. içtenlikle paylaşırlar kederi. yandıkça kıvrandıkça hissederiz benliğimizi, kendimizi...

bize yaşadığımızı ve varolduğumuzu hatırlatır çarparcasına yüzümüze. çünkü ancak can taşıyan bir varlık acı çekebilir...

terbiye eder bizi, dinginleştirir, büyütür, olgunlaştırır... güçlü kılar... şu açık bir gerçektir ki insan zaferlerinden mutluluklarından değil, yenilgilerinden ve acılarından öğrenir...

kaçma hakkı tanımaz acılar, sığınma hakkı da... birebir yüzleşmek zorunda bırakır gerçekliğin kavuran aleviyle...

acılar en yakınıdır insanın...

yaşamda tamamen yalnız olduğumuzu anımsatır bize. o an acıyı tüm boyutlarıyla yaşayan yalnızca bizizdir. ötekilere düşen yalnızca empati yapmaktır.

acı çeken duramaz yerinde, kıvranır, inler, yıkılmışlıkların arasında da olsa kabullenemez susmayı, derin haykırışlarda bulur kendini...

ballanır, olgunlaşır, güzelleşir insan acı çektikçe...

acılardan süzülür anlamı yaşamın...

gerçek olan acının ta kendisidir.

varlık bilmecesini anlayan akıl, acı çeker çözümlemek isterken.

gerçek insan insan gibi insan en mutlu anda bile acı çeken, çektiği acıdan gocunmayan, onun dilini anlayan ve yaşamı bu algılayışla kavrayan insandır...

iyi acılar...




OKTAY ÇAPAROĞLU


************************************************************************************

PAYLAŞMAK İSTERKEN ORTALIĞA SAÇILAN KIRINTILAR...


insan yaşanmışlıklarından yaptığı çıkarsamalarla üretir kendini.

yaşamı algılayışı hissedişi duyumsayışı...



derin okyanuslarda gezinmek risklidir çoğu kez.

soluksuz kalmanın da ötesinde kendini kaybetmek gibi bir durum vardır o karmaşanın kaosun ve çoğulluğun içinde.

kendimizi arıyoruz. ve çoğumuz henüz kendimizin farkına varmadan ölüp gidiyor bu dünyadan. kendi anlamımızı çözmeye gizemleri anlamaya çalışıyor bilinçaltımız. suskunluklarımız da dalgınlıklarımız da uzakları seyre dalıp maviliklere gözlerimizi kaptırışımız da işte bu nedenden ötürü değil mi?

bir ırmağın akışını izlerken, ya da bir mumun yanarken alevlerindeki renk cümbüşünü seyrederken, ya da gökyüzünde ağırdan ağırdan hareket eden bulutların o görkemli yürüyüşüne bakarken hep kendimizdeki arayışlar değil midir bizi bilinmedik diyarlara sürükleyen...

mutluluğu ararız, sevgiyi, aşkı...

huzuru ararız...

ama çoğu kez hamlıklarımız, gururumuz, dikkafalılığımızla feda ederiz...

küçük hesaplara değişiriz güzelliğini arkadaşlığın, dostluğun ya da aşkın...

günlük çıkarlara anlık zevklere değişiriz gerçek sevginin varlığımızı benliğimizi saran güzelliğini...

insanız...

kendimizi arıyoruz...

susuşlarımızla kanayan onurumuzda,

eylemsizliğimizle tükenen yarınımızda...

kendimizi arıyoruz...

özgür bir bakış ile gökyüzünü görmektense gözlerinde sevincin,

köleliğin esaretinde paranın şehvetin arzuların ve çıkarların sahte parıltılarına bakıyoruz vitrinlerinde insan pazarların...

sevmeyi öğrenemedik...

sevilmenin anlamını kavramamıza daha çok var...

farklılıklarla çoğalan yaşamı tekdüzeleştirmeye uğraşırken yiyoruz insanlığımızı...

yaşamın derin anlamı halen i,çimizde bir yerlerde çözülmeyi bekliyor...

çözecek erdeme, ahlaka, bilgeliğe, güzelliğe, aşka, sevgiye ulaşabilecek miyiz?

inasnırsak, güvenirsek ve seversek tüm kirlenmişliklere çürümüşlüklere ve yitirilmişliklere rağmen... neden olmasın...

olacak...

herşey çok güzel olacak buldukça bir kuş cıvıltısında tadını yaşamın. ve gülen bir gözde hissettikçe aksimizi....

yaşamak güzeldir ve yaşamak direnmektir...

kolaya kaçmadan, korkmadan, ürkmeden ilerleyebilmek...

zorluklara, acılara, engellere göğüs gerebilmek.

işte meselenin de özü budur...

insanız...

insan olmaktır biricik gayemiz...

ve aşkla sevgiyle üretmektir yaşamı...



oktay çaparoğlu


***********************************************************************************

kendinde kendinlik


Kendini ararken yitirdiğin şeyler varsa aradığın şey kendin değildir ya da sen kendinde değilsindir... Kendiliğinden bir arayıştır aslolan. Kaygısız, endişeden ve telaştan uzak. Bulacakların seni tatmin etmeyecek çünkü en derinlere indikçe ne kadar sığ bir yaşam sürdüğünü farkedeceksin ve bu özfarkındalık seni daha da mutsuz edecek. Kendini anladıkça doğayı, kainatı ve yaşamı da anlayacaksın. Varoluşun bir yük haline gelecek ve bedenin bilincini sınırlayan bir hapishane. Çünkü eksik olan bir şey var. O da irade ve vicdan dengesini kurmuş farkındalığınla beslenen inançlı ve derin bir felsefi algılama gücü. O felsefe senin özünde unuttuğun, baskıladığın, kanattığın ve kimi zaman öldürmeye çalıştığın insan yanında mevcut. Sevgiyle bakmasını öğrendiğinde yaşama ve herşeyin kaynağında sevgi olduğu gerçeğini farkettiğinde ama bunu içselleştirerek ve tüm bedenin ruhun ve bilincinle hissederek anladığında çözülecek sırları birer birer yaşam denen bu girdap döngüsünün....

Yaşamanın sırlarını bileydin
Ölümün de sırlarını çözerdin
Bugün aklın var birşey bildiğin yok
Yarın akılsız neyi çözeceksin...

(Ömer Hayyam)



OKTAY ÇAPAROĞLU

iZMİR - 2007

kürtçe yasaklar var mıydı, yok muydu?




kürtçe yasaklar var mıydı, yok muydu?




01 Kasım 2007 Perşembe



1-1980 öncesinde PKK Kürtler arasında sınırlı ve marjinal bir etkiye sahipti. Fakat 12 Eylül yönetiminin KÜRTLER ÜZERİNDE ve özellikle Diyarbakır Cezaevi'nde yürüttüğü sistematik işkence, aşağılayıcı muamele ve KÜRTÇE KONUŞMA YASAĞI örgütler arasındaki en radikal grup olan PKK'ya yönelim başlattı. (Ergun Babahan 31 03 2006 Sabah Gazetesi)


2-Emperyalizmin oyunları ve devleti yönetenlerin yanlış ve çağ dışı zihniyetleri yüzünden insanlarımız duygusal bir bölünmeye uğradı.
Eğer 12 Mart'ın Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanlık dışı uygulamaları ve benzerleri olmasaydı, bugün belki de bambaşka şeyler konuşuyor olacaktık.
Şehit cenazelerinde tabuta sarılmış anneleri görmeyecektik. Çocuklarımız yaşayacaktı.
Ne yazık ki sosyolojik olayları, kıt akıllarının ve eksik bilgilerinin emrettiği talimatlarla düzenleyebileceğini zanneden bir takım cahil yöneticiler bizi bu noktalara kadar sürükledi. (Zülfü Livaneli 25 07 2006 Vatan Gazetesi)

3- 25 Ocak 1991 - 'Kürtçe konuşmayı ve şarkı söylemeyi yasaklayan' 2932 sayılı kanun yürürlükten kaldırıldı (vikipedi sözlüğü)
not: aslında bu yasaklar 1991 yılında kısmen, tamami ise 2001 yılında ecevit hükümeti zamanında kaldırıldı. ancak kafalardan silinmesi ise biraz daha zaman alacak gibi görünüyor.

4- Mümtaz Türköne 01 09 2005 Zaman (Liberal düşünce Topluluğu) sitesinden alındı
82 yıllık Cumhuriyet için, hâlâ bölünme-parçalanma kabusları yaşıyorsak, “Sevr paranoyası” ile yatıp kalkıyorsak, bu durum askeri yorumun iflas ettiğine delildir. İflas eden bu yorumun somut örneği, 12 Eylül yönetiminin 1983 tarihinde çıkardığı 2932 sayılı yasadır. Bu yasa, Kürtçeye daha önce var olmayan yasaklar getirmişti. 1990’larda bu yasakların kaldırılması için gereksiz tartışmalar yaşanması bir yana; üzerinde durulması gereken en önemli husus bu yasanın Kürtler üzerinde yarattığı kırılmadır. Bu tarihten bir yıl sonra başlayan ve 15 yıl devam eden silahlı kalkışma boyunca bu yasanın koyduğu yasakların kışkırtıcı bir motif olarak gündemde tutulduğunu inkar edebilir miyiz? İlave olarak soralım: Bu yasayla Türkiye ne kazandı?

5- Bugün Gazetesi 10 nisan 2006 Gülay Göktürk
Bugün, bundan on-yirmi yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz şeyler oluyor Türkiye'de. Kürt kimliğini inkâr politikası geriliyor. Kürtçe kurslar açılıyor, Kürtçe televizyon yayını yapılıyor. Bir zamanlar her söylediğimizde hakkımızda dava açılan “Kürt" sözcüğü artık özgür... Demokratik bir Kürt siyasi hareketinin yaratılması ve Kürtlerin taleplerinin parlamentoya taşınması için ortam uygun. Öylesine uygun ki, bu tarihi fırsat değerlendirilebilirse, Kürtler Türkiye'deki demokrasi güçleriyle el ele verirse, onyıllardır elde edilemeyen kazanımlar birkaç yılda elde edilebilir.

6- Radikal Gazetesi 23 09 2003
İsim yasağı ayıbına son
Hükümetin, Avrupa Birliği'ne (A uyum amacıyla çıkarılan yasaların uygulamalarını takip kararından ilk somut sonuç çıktı. Reformları İzleme Grubu (RİG), ailelerin çocuklarına Türkçe dışında Kürtçe ve diğer dillerde isim koymalarını yasaklayan uygulamaya son verilmesi amacıyla tüm valiliklere genelge gönderdi

7-Olgunluk sınavı
Türker Alkan Radikal Gazetesi 25 03 2006
Bir zamanlar 'Kürt' demek bile can sıkıcı bir sorundu. Millevekilliği yapmış bir vatandaşımız 'Ben Kürt'üm' dediği için cezalandırılmıştı.
Peki Kürtlerden nasıl söz edilirdi?
'Güneydoğulu vatandaşlardır, hani poşu takarlar, esmer ve bıyıklıdırlar.'
KÜRTÇE KONUŞMAK BİLE VATAN HAİNİ OLMAK İÇİN YETERLİYDİ
Kürtçe müzik kasedi doldurmak, dinlemek, bulundurmak ve hediye etmek suç sayılırdı.
Kürtçe dil eğitimi verilemezdi, suçtu.
Kürtçe gazete, kitap çıkarmak suçtu.
Kürtçe radyo ve televizyon yayını yapmak ve dinlemek suçtu.
.....
İyi de, bir zamanar uygulanan onca yasak, insanları yabancılaştırmaktan, kızdırmaktan, yapay sorunlar yaratmaktan başka neye yaradı?
Makul yolları arayıp bulmak varken birbirimizi incitmekten, yaralamaktan başka?
BİR ZAMANLAR BU YASAKLARA KARŞI ÇIKANLAR 'VATAN HAİNİ'; YASAKLARI SAVUNANLAR DA 'VATANSEVER' ilan edilirdi.
Vardığımız noktadan geri dönüp bakalım: Kimin vatana daha fazla zararı dokundu: 'Kürt kültürü ulusal kültürümüzün bir parçasıdır, ulusal bütünlüğü sağlamanın bir yolu, Kürt diline ve kültürüne saygı göstermektir' diyenler mi, yoksa 'Vatana daha fazla zarar verdiler, her şey yasaklansın' diyenler mi?
Bu yumuşama ve benimseme sürecinde elbette AB ile girdiğimiz bütünleşme çabasının bir katkısı olmuştur. AB'yle müzakere sürecine girmesek bu değişiklikler bu hızla olmazdı.
Ama gene de, daha yavaş bir tempoda da olsa, bu değişiklikleri yaşayacaktık. Çünkü aklın yolu bunu gösteriyor. Demokratik bir toplumda barış ve huzur içinde yaşamanın tek yolu budur: Birbirimizin varlığına ve kültürel değerlerine saygı göstermek.
Bireyler gibi toplumlar da olgunlaşırlar. Demokrasinin başarısı, ne ölçüde olgunlaştığımızla ilgilidir.


8- Başbakanlık Basın -Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü 01 01 01
ANKARA, 28/09(BYE) --- Financial Times gazetesinin 28 Eylül 2001 tarihli İnternet sayfasında, yukarıdaki başlık altında yeralan Justin Trugger imzalı yorumun çevirisi şöyledir:
1991 yılına kadar Kürtçe konuşmak bile yasaktı ve kısa bir süre öncesine kadar Kürtçe'nin, Türkçe'nin bir lehçesi olduğunu iddia eden Türkiye böyle bir dilin varlığını dahi kabul etmiyordu. Kürtler resmi sınıflamada "dağ Türkleri" olarak adlandırılıyordu.
Türkiye'nin bu politikasından çark etmesi üye olmak istediği AB'nin baskılarıyla gerçekleşti. Ülkenin 1999'da adaylığı kabul edilmekle birlikte, hiç de iyi olmayan insan hakları geçmişini iyileştirmesi şart koşuldu.
Türk parlamentosunda bu hafta insan haklarında iyileştirme yapmak amacıyla bir dizi anayasa değişikliği teklifi oya sunuldu. Türkçe'den başka dilde yayın yapma yasal hale getirilirken, savaş ve terör suçları dışında idam cezası kaldırıldı. Ancak, Kürtçe eğitim yasağı devam etmektedir.
Kürtçe yayının ne ölçüde serbest olacağı gelecekte anlaşılacaktır. Çünkü yönetimin elinde hala çok büyük yaptırım gücü bulunmaktadır. Kürt ulusal renkleri kırmızı, sarı ve yeşil içeren formayla sahaya çıkan futbolcular tutuklanmış, turnuva organizatörleri hakkında da beş yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılmıştır.


9- Hürriyet Gazetesi Hadi Uluengin 06 05 2006
AKSİNİ söyleyen iftira atar, diğer bir dizi dürüst kalemle birlikte bu satırlar yazarı da, en netameli günlerde bile, inkárcılığa karşı Kürt kimlik aidiyetini sahiplendi. Taviz vermedi.
Yukarıdaki sağlam duruş o sıra, şimdiye oranla çok daha fazla yürek gerektiriyordu.
Ámiyane tabirle, her babayiğidi sıkmıyordu. Statüko biber sürdüğü için, dün "Kürt" adını telaffuz etmek dahi, bugün ahval-i ádiye sayılan edebiyattan kat be kat riziko içeriyordu.


10- a)Ertugrul özkök Hürriyet Gazetesi 04 08 2002
Galiba 1988 yılıydı.
Bir yazımda, ‘‘Doğulu’’ anlayışını kırıp, ‘‘Kürt’’ kelimesini kullanmıştım.
Yanılmıyorsam, bu Hürriyet'in tarihinde ilk defa olmuştu.
Yazı çıktığında, 15-20 meslektaşım aradı.
‘‘Senin Hürriyet maceran bitti. Bu yazıdan sonra artık Ankara temsilciliğinde oturamazsın’’ dediler.
Ertuğrul Özkök Hürriyet Gazetesi 05 05 2006
Ben Hürriyet Gazetesi’nde "Kürt" kelimesini telaffuz eden ilk yazarım.
Bundan 13 yıl önce bunu yazmak, kariyer beklentisi olan bir gazeteci için büyük riskti

11- kürtçe isme yine gözaltı 23 05 2002 (Radikal/dha)
İSTANBUL - Diyarbakır'da çocuklarına Kürtçe isim verdikleri için yargı önüne çıkan ailelerin davaları reddedilirken, dün İzmir'de aynı gerekçeyle dokuz kişi gözaltına alındı. Terörle Mücadele Şubesi ekiplerinin düzenlediği operasyonda, çocuklarına Kürtçe isim veren dokuz kişi, 'terör örgütünün propagandasına alet oldukları' iddiasıyla sevk edildikleri DGM tarafından serbest bırakıldı. Çocuklara Kürtçe isim verilmesinin, örgütün 'sivil itaatsizlik eylemi' emirleri doğrultusunda gerçekleştiği öne sürüldü. Çocuklarına Zozan, Medroj, Rojhat, Helin, Şiar, Baran isimlerini veren Hamdiye Sincar, Uğur Çelik, Halis Kaplan, Mehmet Kaplan, Sait
Ataç, Sıraç Aksoy, Hasne Yıldız, Abdullah Kol ve Erkan Dal tutuksuz yargılanacak.


12- "Berivan, Rojhad, Rujin"e Yasak
aşağıdaki haberin tamamini savaskarsitlari.org'da ki arsiv kısmından uzun ve detayli olarak okuyabilirsiniz.
Ardahan'da çocuğuna Berivan ismini veren Tufan Akcan ile Rujin ve Rojhad isimlerini veren Kocalak Koç hakkında DGM'de dava açıldı. Akcan'ın çocuğuna nüfus cüzdanı tanzim eden Ardahan Nüfus Müdürlüğü memuru da "görevi suistimal" suçundan yargılanacak.
BİA Haber Merkezi
29.05.2002 Mehmet ZARİF
BİA (Ardahan) - Ardahan'da ilk dava Bayramoğlu Köyü'nde yaşayan Kocalak Koç'un yeni doğan oğluna Rojhad ismini vermek istemesi üzerine açıldı.
Bir hafta kadar önce Ardahan Nüfus Müdürlüğü'ne giderek oğlu için Rojhad, kimliği olmayan kızına da Rujin ismiyle nüfus cüzdanı çıkartmak isteyen Kocalak Koç'a isteğinin yerine getirilemeyeceği söylendi. Kürtçe isimlerde ısrar eden Koç, ihbar üzerine polis tarafından gözaltına alındı.
.......
Berivan'ı sevmediler
Bu olaydan bir süre sonra bu kez de Bağdeşen Köyü'nden Tufan Akcan yenidoğan kızına Berivan ismini vermek için Nüfus Müdürlüğü'ne başvurdu. Akcan'ın işlemleri yerine getirilerek nüfus cüzdanı çıkarıldı. Ancak, kayıtlarda yapılan incelemelerde Akcan'ın çocuğuna Berivan ismi verdiği görülünce, Nüfus Müdürlüğü olayı savcılığa bildirdi. Akcan ve görevli memur hakkında yasal işlem başlatıldı.
Görevli memura da dava
Kimliği düzenleyen memura TCY'nin 240. maddesi uyarınca "görevi suistimal" suçlamasıyla Ardahan Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. Akcan'a da Ardahan Asliye Hukuk Mahkemesi ile Erzurum DGM'de Koç'unki ile aynı gerekçelerle dava açıldı.

13- Yazar ve gazeteci Taha Akyol'un oğlu Mustafa Akyol Boğziçi Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi bölümü'nden mezun. Yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsünde yapan Akyol "Kürt Sorunun Yeniden Düşünmek" başlığında bir tez çalışması yaptı. Bu kitabın arkasındaki bir sözden alntı yapmak istiyorum:
Kürt sorunu Türkiye’nin her zaman gündeminde oldu. Ancak hiçbir zaman yeterince tartışılamadı, çünkü Kürt kelimesinin ağza alınması bile korkutucu geliyordu. “Yoksa millî birlik tehlikeye mi giriyor ?” diye kaygılar ayyuka çıkıyor, Kürt kelimesi yasaklı hale geliyordu. Belki de bu katı görüşlerdi Kürt sorununu gitgide içinden çıkılmaz hale getiren...
aynı kitabın başlangıcında bakınız neler söylüyor:
"Tarihe 4. cumhurbaşkanı olarak geçecek Cemal Gürsel'n cümleleri, Cumhuriyet tarihi boyunca kabul görmüş resmi bir söylemin ifadesiydi aslında. Buna göre Kürtler diye bir etnik kimlik yoktu. Var olduklarını ileri sürmek, Türkiye'ye ihanet etmek demekti. bu öylesine katı bir politikaydı ki eski bakanlardan Şerafettin Elçi "Türkiye'de Kürtler vardır, ben de Kürt'üm"dediği için, 1981 yılında 15 ay ağır hapis cezasına çarptırılmıştı.


14- Hasan Cemal Milliyet 13 eylül 2003
"mesela kamuya ait yerlerde çarşıda pazarda kürtçe konuşulması yasaklandı. kürt ve kürt dili yok sayıldı. doğan çocuklara kürtçe isim verilmesi yasaklandı. kürtçe yer isimleri değiştirildi.
bugünlere kadar geldi bu yasaklar.
demokrasinin kolunu kanadını kıran, huzuru zora sokan, hatta bazen barışı kundaklayan yasaklardı bunlar...
bu yasakları, bu aşırı milliyetçi anlayışı bu yüzyılda hala savunmanın bu topraklarda barış ve huzura hizmet edeceğini sanmiyorum"


15- hasan cemal'ın "kürtler" kitabının 373 sayfasında bakınız ne yazıyor:
"1925 yılında çıkan ve kürtçeyi yasaklayan şark ıslahat planı'nın 41. maddesinde doğu ve gündeydoğu illeri tek tek sayıldıktan sonra şöyle denmiş:
"hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda ÇARŞI VE PAZARDA!!!!! (tekrar yazıyorum çarşı ve pazarda !!!) türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır."
1965 yılında işçi partisinden vekil olarak meclise girmiş eski politikacılardan sayın tarık ziya ekinci aynı sayfada şunları anlatıyor:
"1932 33 yılları ilkokuldayım. sekiz on komu yani mezrası olan karahasan mahalesinde yaşıyoruz. komlardan lice'ye gelirdi köylü. çarşıya yumurtasını peynirini yoğurdunu getirirdi. Pazarda kürtçe konuştu diye jandarma gelir, elinden parasını alırdı. bu bana çok acı geliyordu.


16 - 17 04 1995 milliyet gazetesi'nde ahmet altan "atakürt" diye makale yazıyor. orda neyin yasaklandığını ve bu yasaklamaların ne kadar büyük haksızlık olduğunu vurgulayıcı bir dille anlatıyor. söz konusu makale biraz uzun olduğu için buraya aktarmadım. link vermesini bilmiyorum. arama motorunda "atakürt" yazarsanız hemen bulursunuz o makaleyi.


madde17:
Adıyamanın Besni ilçesine bağlı Karalar Köyünde yaşayan ve çocuklarına uyanık anlamına gelen Şiyar ve müjde anlamına gelen Mizgin ismini veren ve 23 Eylül 2002 günü çocuklarına kimlik çıkaran Seydi Demir hakkında mayıs ayında dava açıldı.
mayısta açılan bu davanın 19 haziranda görülen ilk duruşması hakim yokluğu nedeniyle 9 Ekime ertelendi.
(25 haziran 2003 evrensel)

Öncelikle 1982 anayasasına bir göz atalım.

1982 anayasasına göre Türkiye'de herkes Türktür (Anayasa madde 12);

"Türk milli kültürüne, ahlak kuralları, örf ve adetlerine uygun düşmeyen adlar çocuklara konulamaz." (1587 sayılı Nüfus Kanunu, Madde 164)
Kürt milli kültürü diye bir şey düşünülemeyeceğine göre Kürtler çocuklarına istedikleri isimleri koyamaz.

"Türkçe olmayan adlar, İl Daimi Encümeni'nin görüşü alındıktan sonra İçişleri Bakanlığı'nca değiştirilir." (10.06.1949 tarihinde yürürlüğe giren 5422 sayılı İl İdaresi Kanunu, Madde 1).
Kürtçe olan binlerce köy, kasaba isminin değiştirildiğini bu vesileyle de belirtmekte fayda var.

1982 anayasasının 26. maddesi "düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış herhangi bir dil kullanılmaz" ifadesindeki "kanunla yasaklanmış dil" kavramı İngilizce'yi kastetmiyordu herhalde. Anayasa'nın sansürle ilgili 28. maddesinde de aynı doğrultuda "kanunla yasaklanmış herhangi bir dilde yayın yapılamaz" hükmü yer almaktaydı. "Kanunla yasaklanmış dil" ifadesi anayasada yeterince net olmadığından 1983 yılında 2932 sayılı "Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun" çıkarıldı. Kürtçe konuşma on yıldan fazla bir süre suç sayıldı. Cezası da bir yıldan üç yıla kadar hapisti. Bu kanun ancak 1991 yılında kaldırıldı. Böylece Kürtçe konuşma ve şarkı söylemek serbest bırakıldı. Buna rağmen Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Kanun" un 4 / t maddesi "Radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe yapılması gerektiğini, ancak evrensel kültür ve bilim eserlerinin oluşmasında katkısı olan yabancı dillerin öğretilmesi veya bu dillerde haber iletilmesi amacıyla bu dillerin kullanılabilmesini" öngörmekteydi. Şimdi onu da AB uyum yasalarıyla halledip 1 saat yayın imkanı getirildi.


"Eğitim öğretim kurumlarında Türkçe'den başka hiçbir dil ile eğitim yapılamaz"
(2923 sayılı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu, Madde 2/a) , dolayısıyla Kürtler anadilleriyle hiçbir eğitim hakkına sahip değildir;

Aynı maddenin c bendine göre "Eğitim ve öğretim yapılacak yabancı dillerin Milli Güvenlik Kurulu'nun görüşü alınarak Bakanlar Kurulu'nca tespit edileceği" belirtilmektedir.


"Siyasi partiler, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli farklılıklara veya din, kültür, mezhep, ırk, dil farklılığına dayanan azınlıkların bulunduğunu ileri süremezler.'' (2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası, Made 81)


"Propaganda için kullanılan el ilanları ve diğer her türlü matbualar üzerinde, radyo ve televizyonda yapılacak propaganda yayınları ile diğer seçim propagandalarında, Türkçe’den başka dil ve yazı kullanılması yasaktır."
(298 sayılı Kanun madde 58).


"Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde ırk, din, mezhep, kültür veya dil farklılığına dayanarak, azınlıklar bulunduğunu ileri sürmek veya yaratmak amacıyla dernek kurulamaz.'' (2908 sayılı Dernek Kanunu, Madde 6)

1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul Ve Tatbiki Hakkında Kanun hükümlerine göre de Türkçe de kullanılan harfler dışındaki harfler kullanılamaz. Yani Kürt alfabesinde fazladan bulunan w, q, x, î, ê harfleri yasaktır. Şu anda bunları yazarak da şuç işlemiş olabilirim.


Daha pek çok yasa hükmü eklemek mümkün. Üstelik bu kanunlar Türkiye'nin üzerine titrediği Lozan Antlaşması'na da aykırı olmasana rağmen. Lozan Antlaşması'nın 39. maddesinin 4. paragrafı aynen şöyledir:
"Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticari ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama koyulmayacaktır."