8 Eylül 2009 Salı

BİR KÜRT ÇOCUĞUNUN YÜREĞİNDEKİLER...




BİR KÜRT ÇOCUĞUNUN YÜREĞİNDEKİLER...



Kimi zaman askerlerin çöpe yanlışlıkla(!)bıraktığı bir bomba, kimi zaman panzer gürültüsü, kimi zaman kurşun yağmurları altında kovalamacalar ve saklambaçlarla geçti çocukluğumuz.

Umutsuz, yoksul ve soğuk karabasan kışlarda adımlarken sekiz saat uzaktaki köy okulunun yolunu kurtlara yem olmadan ya da karın soğuğunda can vermeden tamamlayabilmekti okul serüvenini çocukluğumuz.

Yasaklanan sevdaların, yasaklanan bir dilin inadında kendini varetme çabasıydı çocukluğumuz.

Sınırlarda patlayan döşeli mayınlarda kopan ellerimiz,
bacaklarımız,
parçalanan yüzümüz,
kör olan gözlerimizdi çocukluğumuz.

Abilerimiz ablalarımız vardı.

Zulmün orta yerinde esaret içinde yaşamaktansa

Dağlara çıkıp özgürleşmeyi seçen.

Gerilla olmaktı en büyük düşümüz.

Tank paletleri altında ezilen çocukluk düşlerimizden yeni umutlar türettik.

Her günümüzü cehenneme çeviren olanaksızlıklar yetmiyormuş gibi bir de zulmün baskının ve şiddetin gölgesinde geçiyordu çocukluğumuz.

Özel Harekatçıların ellerinde tespih yaptıkları gerilla ablalarımızın kulak memeleri ve göğüs uçları,

Küllük olarak kullandıkları gerilla abilerimizin kafatasları,

Panzerleri arkasına bağlayıp köy meydanında ibreti alem diye parçaladıkları gerillaların cesetleri...

Dağda koyun güden 12-13 yaşındaki çoban okul arkadaşlarımızın askerler tarafından yakılmış cesetleri.

Çatışmalar, işkenceler ve zulüm duvarları...

Gerilla abilerimiz ablalarımız saklanmasın diye yakılan ormanlarımız,
Evlerimiz,
Köylerimiz...

Kana, şiddete ve ölüme boyanmış çocukluk anıları.

Patlayan her bombada yüreğimizde büyüyen isyan...

Sıkılan her kurşunda yumruklarımızı sarsan sertlik.

Yakılan her evde, yakılan her köyde, her karakoldaki işkencede zulme karşı içimizde büyüyen öfke.

Acıların ve kayıpların girdabında kaybolmuş çocukluğumuz...

Dağlarımızda mor çiçekler yok mayınlar var...

Oyuncakçı dükkanımız hiç olmadı.

Ya da oyuncak alacak paramız.

Ya da oyuncaklarla özgürce oynayabileceğimiz parklarımız, bahçelerimiz...

Ya da kırlarda özgürce uçurtma uçurma imkanımız...

Her seferinde karşımıza dikilen postallı, parmağında kurt işlemeli yüzüklü, iri yarı canavar kılıklı katil suratlılar...

Akşamları eve dönerken onlardan yediğimiz dayaklar...

Eve doğru koşarken dur ihtarına uymadığı için arkalarından vurulan 10 yaşındaki sıra arkadaşlarımız...

Kürt olmak idi suçumuz...

Kürdistanlı olmak idi...

Coğrafyamız milyon askerin postalı altında inim inim inliyordu...

Gülvatanımız hoyrat ellerde hırpalanıyordu...

Okullarda bize zorla türkçe öğretiliyor,
Konuşamayanlar, türkçe bilmeyenler dayak yiyordu.

Gerçek isimlerimiz başka, kimlik belgesindeki isimlerimiz başka idi...

Adımız, Helin, Berivan, Rojda, Welat ve Azad idi...
Ahmet, Ayşe, Süleyman, Mahmut yazıyordu kayıtlarda...

Yasak idi, dilimiz... Kürtçemiz...
Kendi dilimizde isim koyma hakkımız bile yoktu.
Köyümüzün adı bile değiştirilmişti...

Tel örgüler, kör kurşunlar, bombalar, tank sesleri, panzerler ve asker postalları altında yasaklar ve sürgünlerle örülü bir çocukluk...

Ve yakıldı Kürdistan'ın köyleri...
Yakıldı koca ilçeler... Liceler, Bingöller, Dersimler, Ağrılar, Vanlar, Hakkariler, Mardinler...

Sürüldük bilmediğimiz diyarlara...
O diyarların çamurlu, pis, bakımsız varoşlarına...

Sefalete, açlığa, yoksulluğa...

Sürüldü milyonlarcamız 29. defa...

82 yılda 29 kez sürüldük oradan oraya...

Sonrası mı....

Ne önemi var ki...


OYNAMAYA DEVAM...

Sessiz ve duyarsız kalarak olanlara.

Zulüm altında inilerken insanlar.


OKTAY ÇAPAROĞLU

İzmir - 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder